Avrupa Avrupa Dediğimiz

22 Aralık 2008 Pazartesi

Tatarca Sözlük

 

 
 
 

Kırım’dan Türkiye’ye Kırım Tatar Göçleri

Kırım’dan Türkiye’ye Kırım Tatar Göçleri
Doç Dr. Hakan KIRIMLI

Kırım’dan Türkiye’ye kitle göçleri, esas olarak 1783’de Kırım Hanlığı’nın ortadan kaldırılarak Rusya İmparatorluğu’nun Kırım’ı ilhâkını müteakip gerçekleşmiştir. Bununla birlikte, 1783 öncesinde de Kırım’dan Osmanlı topraklarına pek bilinmese de, azımsanmayacak boyutlarda göçler olmuştur. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti arazisi üzerinde Kırım’dan gayet eski tarihlerde gelmiş insanlara ait muhafaza edilebilmiş veriler mevcuttur. Meselâ, XVI. asrın son çeyreğinde Altın Orda Hanı Toktamış Han tarafından Kırım’dan binlerce Kıpçak’ın (o dönemde henüz Osmanlı hâkimiyetinde olmayan) Kars ve Iğdır havalisine iskân edildiğini biliyoruz. Günümüzde Iğdır ve Erzurum’da çok ünlü bir sülâle olan Hatunoğulları daha Kırım Hanlığı kurulmamışken bölgeye yerleştirilen bu insanların soyundan gelmektedir. Hatunoğulları bu geçmişlerini bilgi ve saygıyla hatırlamaktadırlar.

Altın Orda’nın mirasçısı olan Kırım Hanlığı ile Osmanlı İmparatorluğu’nun XV. yüzyılın son çeyreğinde ittifaka girmesini müteakip Kırım’dan gerek askeriye gerekse ilmiye sınıfından ferdî olarak Osmanlı topraklarına pek çok gelenler oldu. Bunlar arasında Osmanlı mülkî, ilmî, askerî, iktisâdî ve ictimâî hayatında fevkalâde temâyüz eden insanlar da çıktı. Ayrıca münferit Kırım Tatar grupları Osmanlı Rumelisi, Osmanlı Anadolusu ve Osmanlı Suriyesi’ne gelip yerleştiler. Meselâ, İlber Ortaylı XV. asırda Kırım’dan gelerek Tekfurdağı’na (Tekirdağ’a) yerleşen bir cemaate rastladığını kaydeder. Aynı şekilde Anadolu’nun Karadeniz kıyılarına muhtelif sebeplerle XVI., XVII. ve XVIII. asırlarda yerleşen Kırım Tatarlarının izlerine bugün dahi rastlamak mümkündür. Geniş Osmanlı coğrafyasının akla bile gelmeyecek köşelerinde dahi Kırım kökenli böyle fert veya gruplara rastlanabileceğine şüphe yoktur. Ancak, sözünü ettiğimiz bütün bu “erken” göçler, nihayetinde şahsî yahut konjonktürel sebeplere bağlı, demografik açıdan kritik denilemeyecek boyutlardaki nüfus hareketlerinden ibarettirler.

Kırım’dan Osmanlı İmparatorluğu’na asıl kitle hicreti dediğimiz ve son derece dramatik neticeleri olan muazzam sosyal olgu muhakkak ki Kırım Hanlığı’nın yıkılmasına takaddüm eden yıllarda başlayan bir süreçtir. Kırım’ın kaderine damgasını vuran 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı esnasında Rusya ordusu 1771’de Kırım’a girmeyi başardı. 1774’de imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’yla Rusya İmparatorluğu güyâ Kırım Hanlığı’nın bağımsızlığını tanıdıysa da, hedefi Kırım’ı şartlar olgunlaştığında ilhak etmek olduğundan, hanlığın idaresine mümkün olan her türlü müdaheleyi yapmaktan geri durmadı. Neticede, 1783’e kadarki yaklaşık on yıllık süre içinde Kırım, Rus müdahelelerine doğrudan bağlı ve gayet kanlı bir iç savaşın içine girdi. Bu dönemde üst rütbelerdeki pek çok Kırımlı idareci ile bir o kadar da asker ve halktan insanlar Osmanlı ülkesine iltica etmek zorunda kaldılar. Kısa zaman içinde vatanlarına dönmeyi uman bu mülteciler aslında iki yüz yılı aşkın bir müddet devam edecek olan devâsa bir nüfus akımının ilk kısmıydı.

Nihayet 1783 yılında Rusya İmparatorluğu, Kırım’ı topraklarına ilhak ettiğini resmen ilân etti. İlhâkı müteakip, Rus fâtihlerin ilk işleri Çarlık hâkimiyetini benimsemeyeceği açık olan unsurları, özellikle de eski hanlığın siyâsî elitini yarımadadan uzaklaştırmak oldu. Nitekim, Kırım hanlık hânedânı Geraylar, Ruslara karşı ön saflarda savaşmış olan beyler, mirzalar, diğer askerî ve dinî önderlerle onların yakınları Kırım’dan çıkarılarak Osmanlı ülkesine sürüldüler. Ne var ki, bu sürgünler sadece ilk ve âcil tedbirler mahiyetindeydi. Rusya idarecileri yalnızca bu eski hanlık yöneticilerinden değil, bizzat Kırım Tatar halkının Kırım’daki varlığından rahatsızdılar.Rusya ileri gelenleri ilhak ettikleri bu ülkenin orada meskûn “zararlı unsurlar”dan temizlenmesi gereğini açıkça ifade ediyorlardı.Kırım, Rusya İmparatorluğu’nun hiç bir yeri ile kıyaslanamayacak kadar güzel, büyüleyici tabiî özelliklere sahip olduktan başka, aynı zamanda son derece büyük stratejik önemi de hâizdi. Öncelikle İstanbul’u ve Akdeniz’i hedef alan Rus yayılma hedefleri için olmazsa olmaz bir atlama taşını teşkil etmekteydi. Dahası, Kırım Tatarlarının Rusya’yı iki asır hâkimiyeti altında bulundurmuş olan Altın Orda İmparatorluğu’nun mirasçıları olmaları, bu halka geçmişin derine işlemiş intikam duygularıyla bakılmasına yol açıyordu. Bu bakımdan, en baştan itibaren Rusya Devleti’nin Kırım’a yönelik kesin ve gayet açıkça ikrar edilen siyaseti, burayı yerli Türk-Müslüman ahalisinden yani Kırım Tatarlarından temizleyip yerlerini Ruslarla, bu mümkün olmazsa diğer Hıristiyan unsurlarla, doldurulmak yönünde olmuştur.

Rusya devlet yetkilileri gerek XVIII. asrın sonunda gerekse XIX. asır boyunca Kırım Tatarlarının Kırım’dan çıkmasının Rusya açısından fevkalâde hayırlı bir hadise olduğunu daima ifade edegelmişlerdir. Nitekim, Rusya İmparatorluğu’nun en üst seviyedeki idarecileri tarafından yazılan ve Kırım Tatarlarının Türkiye’ye göçlerinin önlenmemesi, hattâ teşvik edilmesi gerektiğinin vurgulandığı bir çok belgeler mevcuttur. Bununla birlikte, konjonktürün her zaman aynı siyasetin uygulanmasını mümkün kılmadığı da açıktır. Her ne kadar esas olarak Kırım Tatarlarının Kırım’ı terk etmeleri arzu edilse de, ânî ve kitlevî tahliyelerin gerek Kırım, gerekse Rusya ekonomileri bakımından ciddî zararları olduğu için göçler kontrollü ve ekonominin kaldırabileceği ölçülerde gerçekleşmeliydi. Kaldı ki, 1861’e kadarki dönemde Rusya’da serflik olduğundan, istenilen sayıda insanı istenilen yerde iskân edebilmek kolay değildi.Bu sebeple Balkanlardan İtalya ve Almanya’ya kadar ne kadar Hristiyan unsur varsa Kırım’a davet ediliyordu. Hattâ, İmparatoriçe II. Yekaterina’nın kocası ve dönemin en önemli devlet adamı olan Grigoriy Potyomkin tarafından Kırım’a İngiltere’den getirilecek suçluların iskân edilmesi bile teklif edilmişti.Yani İngiltere’de ne kadar mahkûm ve sabıkalı varsa, bunlar nihayetinde Hristiyan unsurlar oldukları için (sonradan Avustralya’da yapılacağı gibi) memnuniyetle Kırım’a yerleştirilecekler ve bu Yeşil Ada’nın “detatarizasyonu”nda rol alacaklardı!

1770’lerden itibaren Kırım’dan Osmanlı topraklarına doğru dalgalar halinde başlayan Kırım Tatar göçü 1920’lere kada tek bir yıl bile durmadan devam etmiş, hattâ bazı kesintilerle günümüze kadar sürmüştür. Bu göçler bazı yıllarda çok büyük dalgalar halini alır ve hem Kırım’ın hem de göçlerin yapıldığı Osmanlı Anadolu ve Rumelisi’nin demografisini kökünden değiştirirken, diğer yıllarda ise nisbeten münferit ama yine hiç de azımsanmayacak boyutlarda gerçekleşmiştir. Bir tahmine göre, 1783-1922 yılları arasında Osmanlı ülkelerine göç eden Kırım Tatarlarının sayısı en az 1.800.000 idi.1 Çeşitli sebeplerden gerek Rus gerekse Osmanlı kayıtlarının her göç dalgasının boyutlarını yeterli doğruluk dereceleriyle yansıtamadıkları hatırlanacak olursa, daha yüksek bir rakam dahi sözkonusu olabilir. Her halükârda, XIX. yüzyıl içinde ülkelerini terk eden Kırım Tatarlarının sayısının kalanlardan çok daha fazla olduğu kesindir.

Göçlerin aslî sebebi hiç şüphesiz siyasîdir: Göç eden unsur yani Kırım Tatarları yerine göre canlarını, mallarını veya kimliklerini Rusya idaresinin doğrudan tehdidi altında hissettikleri için vatanlarını terk etmek zorunda olduklarnı düşünmüşlerdir.Diğer taraftan, Rusya da onların Kırım’dan uzaklaşmalarını siyaseten yararlı görmüştür. Bu durumda, iki yüz yıla yayılan göç süreci içinde konjonktürel sebepler olarak beliren sosyal, ekonomik, kültürel ve psikolojik faktörler de aslında bağımsız veya birincil unsurlar değil, temelde siyâsî faktörün doğurduğu neticelerdi. Şu cümleden, XIX. asır boyunca en çok öne çıkan hicret sebeplerinden birisi Kırım Tatar köylüsünün büyük ölçüde topraksızlığı ve Kırım Tatar toplumunun genel olarak ekonomik sahada tam bir çöküş içine girmesiydi. Ne var ki, bu ekonomik ve sosyal kriz, 1780’li yıllardan itibaren Rusya Devleti’nin bilinçli olarak uyguladığı Kırım topraklarının yağmalanması ve Kırım’ın günlük hayatına her bakımdan Kırım Tatar olmayanların hâkim kılınması siyasetinin türevinden başka bir şey değildi. XVIII. asır sonlarından itibaren Kırım atarlarının elindeki topraklar (özellikle de hanlık ve vakıf toprakları), Rus hükûmeti tarafından devlet arazisine çevrilmiş yahut Hristiyan şahıslara dağıtılmıştı.

Göçlerin ortaya çıkmasında büyük önem taşıyan dinî baskılar da nihayetinde bu siyasetin parçalarıydı. Milliyet fikrinin henüz İslâm âleminde teşekkül etmediği bir ortamda, Dârü’l-Harb’den Dârü’l-İslâm’a gidilmesi düşüncesi (hicret kavramının İslâmiyet’deki yerine de atıfla) gerçekten pek çok Müslüman cemaat lideri tarafından uygun görülmekteydi. Bir cemaatin göçü muhakkak ki çevresindeki diğer cemaatleri de etkiliyordu. Her yeni göç dalgasına sebep teşkil eden daimî ve konjonktürel problemlerin yanısıra, Kırım’daki Kırım Tatar nüfusunun (diğer unsurlara nazaran) oranının azalması geride kalanların durumunu daha da zorlaştırıyor ve onların da bir süre sonra göçü düşünmelerine yol açıyordu. Yalnız Ruslar ve diğer halklar tarafından değil, bizzat kendilerince de Kırım’ın Kırım Tatar sakinlerinin çoğunluğu potansiyel muhacirler olarak telâkki edilmekteydi. Ancak, Kırım Tatar toplumunun iç dinamiklerine ait gibi görülen bu sosyo-kültürel ve psikolojik olgular da nihayetinde hâkim devletin tavırları ve siyasetine bağlı olarak ortaya çıkıyorlardı.

1783 sonrasında kitle göçü mahiyetindeki ilk dalga 1792-1793 yıllarında gerçekleşti. Bunu 1802-1803, 1812-1813 ve 1830’lu yıllardaki dalgalar takip etti. 1802-1803 dalgası hariç tutulursa, bu göç dalgalarının Osmanlı-Rus harplerinden hemen sonra vuku bulması dikkat çeker. Bu tesadüfî değildir. Gerçekten de, her Osmanlı-Rus savaşında Rusya hükûmeti Kırım Tatarlarını Osmanlıların Kırım’daki beşinci kolu olarak görmüştü. Esasen Kırım Tatarlarının Osmanlılara yönelik sempatisi herkesin bildiği çok açık bir vakıaydı. Bununla birlikte, XIX. yüzyıl ortalarına kadarki dönemde Osmanlı - Rus harpleri esnasında Kırım Tatarlarının Kırım’da Ruslara karşı sabotaj veya benzeri bir karşı harekete giriştiklerinin yahut oradaki Rus ahâliye karşı tavır aldıklarının örneği yoktur. Buna rağmen her savaş halkın üzerinde Rus baskısını artırdığı için göç dalgalarını getirmiştir.

En büyük göç dalgası ise yine yukarıda sözünü ettiğimiz faktörlere bağlı olarak 1853-1856 Kırım Harbi’nin müteakip on yıl içinde oldu. İlk defa bu harpte Müttefik orduları ve şu cümleden de Osmanlı silâhlı kuvvetleri 1854 Eylül ayında Kırım’da Kezlev sahiline çıktılar. Hakikaten de buralardaki Kırım Tatarları tarafından sempati ile karşılandılar. Kırım cephesindeki muharebeler savaşa tarihte “Kırım Harbi” isminin verilmesine yol açacak kadar önemli olmasına rağmen, bu süreçte Müttefik ordularının işgal ettikleri alan yarımadanın sadece küçük bir kısmına münhasır kalmıştır. Savaş esnasında Müttefikler tarafından işgal edilmiş olan Kırım şehirleri yalnızca Akyar (Sevastopol), Kezlev ve Kerç’den ibaretti. Diğer yerler ise savaş boyunca Rus hâkimiyetinde kaldı ve buralarda yaşayan Kırım Tatar halkı Rus yetkililerin büyük baskılarına uğradı. Hattâ Kırım’daki Rus Silâhlı Kuvvetleri Başkumandanı Büyük Knyaz General Aleksandr Menşikov 1854’de üst üste bir kaç defa Yalıboyu’nda yaşayan Kırım Tatarlarının kitle halinde Rusya içlerine sürülmesini emretti. Bu emrin yerine getirilememiş olması sadece savaş şartları içinde bunun için gereken imkânların bulunamamasındandı.Bununla birlikte, bazı köylerin bütün ahalisi Kursk Guberniyasına sürüldü. Bu yönde bir fikir yarım asır önce, 1803’de de dile getirilmiş ve o zaman da imkân yetersizliğinden uygulanamamıştı. Teknik imkânlar çok sonraları Stalin devrinde 1944’de temin edilecek ve kitle sürgünü bu sefer dehşet verici bir kesinlikle uygulanacaktı.

1856’da Müttefiklerce işgal edilmiş bölgelerdeki Kırım Tatarlarından on bin kadarı da, Müttefik orduları Kırım’dan çekilirken onlarla birlikte vatanlarını terk ederek Osmanlı topraklarına tahliye ve iskân edildi. Ancak bu ilk kafileler bir kaç yıl sonraki muazzam dalgaların sadece habercisiydi. Kırım Harbi’nin hemen sonrasındaki yıllar, Kırım Tatarlarına yönelik fiilî ve psikolojik baskıların arttığı bir dönem oldu. Bu gayet ciddî sosyal huzursuzluk ortamında Tatarların Rusya içlerine sürülecekleri söylentileri giderek yaygınlık kazanıyordu. Bundan ilk etkilenenler eski Kırım Hanlığı ahalisinin en önemli unsurlarından biri olan ve Kırım Tatar halkının bir parçası olarak olarak nitelendirebileceğimiz kuzeydeki Deşt-i Kıpçak (Kıpçak Bozkırı) arazisinde yaşayan Nogaylar oldu. Nogaylar 1859’da Osmanlı İmparatorluğu’na yönelik olarak çok büyük bir göç hareketini başlattılar ve Kıpçak Bozkırları bu göçle tamamen boşaldı. O kadar ki, bir zamanların büyük ve şanlı Nogay toplumu bu muazzam dalga ve XIX. yüzyıl sonuna kadarki bir kaç daha küçük göç dalgası neticesinde asırlarca aslî unsuru olduğu Kıpçak Bozkırları’ndan silindi. Bu halkın günümüzde ancak Dağıstan’ın kuzeyindeki düzlüklerde kalabilen küçük bir kısmına bakanlar Nogayları bir Kuzey Kafkasya toplumu sanmakta ve onun asıl tarihî yayılma arazisini gözardı etmektedirler.

Nogayların Kırım üzerinden göçü yarımadadaki Kırım Tatarları arasında büyük bir paniğe yol açtı ve toplum hareketini tetikledi. “Halife’nin memleketine bugün gidilmezse yarın bu imkânın bulunamayacağı, kalanların zorla Hristiyan yapılacakları” söylentileri hızla yayıldı. Bu söylentiler doğru olmasa da, zaten ekonomik açıdan büyük bir çaresizlik içindeki topraksızlaştırılmış Kırım Tatar köylüleri üzerinde çok etkili oluyordu. Neticede, 1860’da ve (giderek azalmak kaydıyla) onu takip eden bir kaç yıl içinde en az 200.000 Kırım Tatarı sefilâne şartlar altında Türkiye’ye gitmek üzere Kırım’ı terk etti. O zamana kadarki en büyük göç dalgası buydu.Bu muazzam dalga Kırım Tatar halkının kaderinde en yıkıcı hadiselerden biri olmuştur. Göçle giden Kırım Tatarları maddî ve manevî açılardan perişan oldukları ve bunun neticesinde nüfus olarak kırılıp gittikleri gibi, geride kalan Kırım Tatarları da vatanlarında ilk defa nisbî azınlık haline düştüler. Yarımadanın ekonomisi ise çökme noktasına geldi. O kadar ki, başlangıçta Kırım Tatarlarının gidişini memnuniyetle karşılayan Rusya Devleti bile yarımadanın maruz kaldığı tahribat dolayısıyla göçü durdurmaya, hiç değilse yavaşlatmaya çalıştı.

1860-1861 göç dalgasından sonra da 1874, 1890 ve 1902’de yeni göç dalgaları olduysa da bunların sayıları yüz binlerle değil, on binlerle ifade olunuyordu. 1874 göçü, o vakte kadar mecburî askerlik vazifesinden muaf olan Kırım Tatarlarına bunun empoze edilmesiyle tetiklenmişti. Kırım Tatar halkının XIX. asrın son çeyreğinde İsmail Bey Gaspıralı’nın sahneye çıkmasıyla başlayan millî uyanış döneminde yeni milliyetçi aydınlar sosyal felâket haline gelen göçleri önleyebilmek için çok gayret sarfetmişler ve halklarını bu hususta bilinçlendirmeye çalışmışlardır.

Kırım Tatarlarının doğrudan Kırım’dan Türkiye’ye göçlerinden başka, pek farkedilmeyen ikinci bir göçleri daha vardır. XIX. yüzyılın ortalarına kadarki ve özellikle de 1860’lardaki göçlerle gelen Kırım Tatar muhacirleri Osmanlı topraklarının muhtelif bölgelerine, bu meyanda Osmanlı Rumelisi’ne de iskân edilmişlerdi. Rumeli’ne yerleştirilen Kırım Tatarlarından pek çoğu “93 Harbi”ni yani 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nı yaşayarak, daha vatanlarından geleli 20 sene bile olmaksızın artık Bulgaristan yahut Romanya haline gelmiş olan iskân yerlerinde kendilerini tekrar Hristiyan idaresi altında buldular. Böylelikle, bu insanların çoğu ikinci bir hicrete, yani Rumeli’nden Anadolu’ya göçe başladı.

Diğer bir ifadeyle, 1878 sonrası Rumeli göçleri dediğimiz muazzam göçlerin içinde Kırım Tatarları da vardı. Bu tarihten sonraki bir yüzyılı aşkın süre içinde Bulgaristan’dan, Romanya’dan, Yunanistan’dan ve Makedonya’dan gelen muhacirler içinde Kırım Tatarları hep olmuş ve olmaya da devam etmektedir. Bu bakımdan, Türkiye’de bazı yerleşim yerlerinde Romanya yahut Bulgaristan muhaciri denenler arasında aslen Kırım Tatar muhaciri olan pek çok kimse vardır. Hattâ bu sebepten, yani bir kısım Kırım Tatarlarının meselâ Romanya üzerinden Anadolu’ya gelmiş olmalarından dolayı onları “Romanya Tatarları” şeklinde ayrı bir kategori sananlar da çıkmaktadır.

XIX. ve XX. yüzyılda Osmanlı ülkesine yönelik olarak Kırım, Kuzey Kafkasya, Rumeli ve diğer yerlerden yapılan göçlerin hepsinin felâketlerle dolu olduğunu özellikle kaydetmek gerekir. Bu durum, göçe maruz kalan talihsiz halkların hepsi için geçerliydi. Perişan şartlardaki yolculuklarda gemilerin yahut ilkel taşıma araçlarının batmasıyla ve başka belâlarla yollarda helâk olanlar, iskânı bekledikleri yerlerde tarifsiz mahrumiyetler çekip aç ve açıkta kalanlar ve nihayet yerleştirildikleri mahallerde son derece namüsait tabiat şartları ve hastalıklar ile mücadele edenler ve böylece on binlercesi eriyip gidenler o dönem göçlerinin karakteristik parçalarıydı. Bazı muhacir köylerinde göçmenlerin kırılmasından ölüleri gömecek insan bile kalmadığı bugün dahi anlatılagelmektedir.

Osmanlı döneminde hicret eden Kırım Tatarları Rumeli’ne, Anadolu’ya, Suriye’ye ve geniş Osmanlı coğrafyasının çeşitli vilâyetlerine yerleştirildiler. Göçleriyle kendi vatanlarını boşaltan bu muhacirler Osmanlı İmparatorluğu’nun demografik dengesinde Türk ve Müslüman unsur lehine ciddî değişikliğe yol açtılar. Bugün de Türkiye’nin hemen her yerinde Kırım muhacirlerinin soyundan gelen insanlara ve onlar tarafından kurulmuş yerleşim yerlerine rastlamak mümkündür. Aynı şekilde, eski Osmanlı toprakları olan Bulgaristan, Romanya ve hattâ Yunanistan’ın Batı Trakyası’nda da Kırım Tatar muhacir halkının torunları olan on binlerce insan yaşamaktadır. Bugün büyük birer merkeze dönüşmüş bir çok yerleşim yeri Kırım Tatar muhacirleri tarafından kurulmuştur. Hâlen Romanya’nın Dobruca bölgesinin önemli şehirlerinden olan Mecidiye Kırım Harbi sonrasında gelen Kırım Tatar muhacirleri için Sultan Abdülmecid’in emriyle (ve onun adını taşıyarak) inşa edilmiştir. Çukurova’daki Ceyhan da ilk olarak 1859-1860 yıllarında gelen Nogay muhacirleri tarafından Yarsuvat adıyla bir köy olarak kurulmuş, onlardan hemen sonra gelen Kırım göçmenleriyle de gelişerek zamanla şimdiki halini almıştır. Yine Balıkesir’in Manyas ve Karaman’ın Ayrancı ilçeleri de önce Kırım Tatar muhacirleri tarafından köy olarak kurulup, bilâhare ilçe merkezine dönüşen yerleşim yerlerindendir.

Kırım’dan Osmanlı İmparatorluğu’na göçler Birinci Dünya Savaşı’na kadar ferdî boyutlarda da olsa devam etti. Rus İhtilâli’ni müteakip Kırım Tatarları Aralık 1917’de tarihteki ilk Müslüman ve Türk demokratik parlamentosunu (Kurultay) toplayarak Kırım Demokratik Cumhuriyeti esasını ilân ettiler. Ancak bu adımlar kalıcı olamadı. Bunu müteakip üç yıl boyunca Kırım Bolşevik ve anti-Bolşevik (Beyaz) Rus kuvvetleri arasında el değiştirdi. Bu kanlı arbedede yol bulabilen bazı Kırım Tatarları bu arada yine Türkiye’ye göçtüler.

Kasım 1920’de Kırım kesin olarak Bolşevik yani Sovyet hâkimiyeti altına girdi. Asıl büyük felâketler de bundan sonra başladı. Sovyet politikalarının doğrudan bir neticesi olarak 1921-1922 yıllarında Sovyet Rusya’da benzeri görülmemiş bir açlık meydana geldi. Bu açlıkta bütün Sovyet Rusya’da beş milyon civarında insan öldü. Kırım yarımadası da açlığın en feci sahneleriyle yaşandığı yerlerden biriydi. Nitekim, Sovyet rejiminin bütün engellemelerine rağmen açlıktan mahvolma durumuna gelmiş yaklaşık on bin Kırım Tatarı bulabildikleri deniz araçlarıyla Türkiye’ye iltica etti. Tam o günlerde Türkiye İstiklâl Savaşı vermekteydi. Buna rağmen, bu mülteciler Türkiye’ye kabul ve iskân edildikleri gibi, tam da Büyük Zafer günlerinde Türkiye’den Kırım’a açlık yardımı bile gitti.

Kırım’da Sovyetler hâkimiyetinin kurulmasıyla dış dünya ile irtibat bilfiil koptu. 1930’lu yılların başlarında Stalin, Kırım’da Türk pasaportu taşıyanları sınır dışı etti. Bunlar vaktiyle bir şekilde Türkiye’ye giderek Osmanlı pasaportu almış, ancak tekrar Kırım’a dönmüş olan Kırım Tatarları yahut onların soyundan gelenlerdi. Bu şekilde, sınır dışı edilen ve Türkiye’ye gelenlerin sayısı da 5-10 bin civarında olmalıdır.

İkinci Dünya Savaşı’nda 1941 yılında Alman ordusu Kırım’a geldikten sonra Kırım Tatarlarından bir kısmı zorla Ostarbeiter (Doğu işçisi) sıfatıyla Almanya’ya götürüldü. Bunların yanısıra, Kızıl Ordu’da görev yapmaktayken Almanlara esir düşmelerini müteakip Alman ordusuna katılanlar da vardı. Savaş sonrasında Sovyet güçlerine teslim edilmekten mucizevî şekilde kurtulan Kırım Tatarlarından bir kaç bini 1940’ların sonlarında Orta Avrupa’daki mülteci kamplarından Türkiye’ye geldi.

1944’de Kırım Tatarları topyekûn Kırım’dan Orta Asya ve Urallar’a sürüldüler. Artık tek bir Kırım Tatarı’nın kalmadığı Kırım’dan Türkiye’ye göç olabilmesi de elbette ki mümkün değildi. Bununla birlikte, Türkiye’ye Kırım Tatar göçleri 1944 sonrasında dahi dolaylı da olsa devam etmiştir. Bu, XX. yüzyılın ikinci yarısı boyunca Romanya ve Bulgaristan’daki Kırım Tatarlarının bazen toplu, bazen de münferit olarak Türkiye’ye göçmen olarak gelmeleri şeklinde gerçekleşmiştir.

Kırım Tatarlarının (kısmen de olsa) tekrar Kırım’a dönebilmeleri ve Türkiye ile ilişkilerinin yeniden canlanabilmesi ancak Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasıyla mümkün oldu. 1990’ların başlarından bu yana Kırım’dan Türkiye’ye gidip gelen pek çok Kırım Tatarları vardır. Artık gelişler siyâsî sebeplerle değil, bütünüyle sosyal, ekonomik ve kültürel saiklerle ve geçici süreler için olmaktadır. Bununla birlikte, bu şekilde gelenler arasında çok az sayıda da olsa şahsî sebeplerle Türkiye vatandaşlığına geçenler olmaktadır.

İki yüzyılı aşkın bir süredir Kırım’dan Osmanlı İmparatorluğu’na ve Türkiye Cumhuriyeti’ne göç eden insanlara ve göç dalgalarına ilişkin çağdaş istatistik veriler günümüzde henüz ulaşılabilmiş, ortaya konulmuş, yayınlanmış ve işlenmiş değildir. Hattâ bu hususlarda bir çok bilginin de şu yahut bu şekilde belgelere yansımadığı, bir kısmının da ebediyyen ortadan kalktığı kabul edilebilir. Bu bakımdan, Kırım’dan Türkiye’ye tam olarak ne kadar insanın göç ettiği ve hele bu insanların soyundan Türkiye’de ne kadar insanın yaşadığı gibi çok polemik konusu olan veriler kolaylıkla ortaya atılabilecek mahiyette değildir. Ancak, bugünden ve çıplak bir gözle dahi kesin olarak söylenebilecek olan husus bu olgunun milyonları ihtiva ettiği ve hem Kırım’ın, hem de Türkiye’nin kaderinde son derece önemli bir rol oynadığıdır. Bu bakımdan, Kırım’dan Türkiye’ye hicret etmiş olan Kırım Tatarları modern Türkiye’nin etnik terkîbinde kaydadeğer bir yer tutmaktadır.

Son iki asır içinde Türkiye’ye yönelik en büyük nüfus hareketleri arasında yer alan Kırım Tatar göçleriyle gelen muhacirlerin, bu süreç içinde yaşadıkları bütün sıkıntılara rağmen Türkiye’ye uyumları nisbeten hızlı olmuştur. Türkiye’deki yerli halkla Kırım muhacirleri arasında şimdiye kadar ciddî denebilecek hiç bir sürtüşme de bilinmemektedir. Bunda Kırım Tatarlarının dünyadaki bütün Türk halkları içinde dil, kültür ve tarih bakımından Türkiye Türklerine en yakın toplumlar arasında olması birinci derecede rol oynamıştır. Türkiye’ye yerleşen Kırım Tatarları bu ülkenin ve devletin her kademesinde yer ve görev almış, Türkiye’yi her sahada temsil edegelmişlerdir. Günümüzde hayatta kalan son İstiklâl Harbi gazisinin 1896’da Kırım’da Akmescit’e bağlı Mamak köyünde doğmuş Yakup Satar olması da tarihin ilginç bir tecellîsidir.

Bununla birlikte, göçlerden bu yana geçen zamana rağmen Kırım Tatar muhacirlerinden ve onların soyundan gelenlerin bir çoğu Kırım’la psikolojik ve kültürel bağlarını kaybetmemiştir. Bilhassa Kırım muhacirlerinin toplu olarak yaşadıkları yerleşim yerlerinde Kırım Tatar dil ve kültürünün ana unsurları günümüze kadar muhafaza edilebilmiştir.Kırım Tatar kültür ve tarihinin büyük tahribata uğradığı genel olarak Rusya ve Sovyet hâkimiyetleri, özel olarak da 1944 kitle sürgününü müteakip dönemlerde Kırım’da ve orada yaşayan Kırım Tatarları arasında ortadan kaybolan sayısız kültürel ve linguistik değer diasporada yaşayabilmiştir.

Kırım Tatarlarının son iki yüz yıllık tarihindeki en büyük felâketlerden birisi olan göçler, gerçekte uzak tarihte kalmış bir olgudan ibaret değildir. Neticeleri itibarıyla Kırım Tatarları bu göçlerden doğan problemleri bugün de yaşamaktadır. Kırım Tatarları da Kuzey Kafkasya’daki Adigeler ve başka bir kaç halk gibi dışarıdaki, diasporadaki nüfusu vatanındaki nüfusundan kat be kat fazla olan halklardan biridir. Bu bakımdan, diaspora ile ilişkiler vatanlarında varlıklarını çok büyük güçlükler içinde yeniden kurmaya çalışan Kırım’daki Kırım Tatarlarının kaderinde hayatî bir yer tutmaktadır. Aynı şekilde, Türkiye’deki Kırım Tatarları Türkiye ile Kırım arasında çok önemli bir köprüyü ve Türkiye’nin Kırım ile ilgilenmesi için canlı bir vasıtayı da teşkil etmektedir.
Gönderen

20 Aralık 2008 Cumartesi

TEKIRDAĞ MALKARA BIR EVLAT-I FATIHAN ŞEHRIDIR

TEKIRDAĞ MALKARA BIR EVLAT-I FATIHAN ŞEHRIDIR

Malkara’ya 28.07.2008 günü gittim. Malkara’yı merak ediyordum. Tekirdağ sahili çok güzel. Dün Sana Sevdalandım Tekirdağ şiirimi 2003 akşamüstü yazmıştım. Ozan Ağacı Dergisi’nde, Tekirdağ gazetelerinde çıkmıştı. Malkara bir tepenin eteklerinde kurulmuş. Malkaralı Nedim Çolakoğlu aile tarihinden söz ederken “Dayım Ender Bakla mimar olup soyağacımızı çıkardı. Konya, Karaman, Samsun ve Bursa’daki akrabalarımıza bu çalışması ulaştı” demişti. (Trakya kitabım sayfa 156)

MIMAR ENDER BAKLA: “Karaman’dan Bulgaristan Gelivo’ya gelmişler. 1464-65 yıllarında Kuran-ı Kerim arka sayfasına bir not düşmüşler. Türkler Gelivo civarındaki 25 köye yerleşmişler. 1978 yılında Bulgaristan’dan gelirken bu Kuran-ı Kerim’de gelmiş. Karaman Beyli’ği en büyük bir beylik. Savaşçı olup sabanını da, kılıçını da yapan bir beylik” dedi.

Belediye Başkanı Salih Keskinle sohbet ettik. Bana Malkara Il Yıllığını verdi. 2006 Malkara Il Yıllığını kaymakam Nahsen Badeli güzel hazırlamış.

Kemal Atatürk’ten bir vecize il yıllığına konmuş “Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Karslı, Trabzonlu, Istanbullu, Trakyalı, Makedonyalı; Hep Bir Irkın Evlatları, Hep Aynı Cevherin Damarlarıdır. Millete Efendilik Yoktur. Hizmet Etmek Vardır. Bu Millete Hizmet Eden Onun Efendisidir.” ( Malkara’da Bulgaristan göçmeni Dağlı Mahallesi varmış.) Bir vatandaş “Malkara Kaymakamı Salih Yüce çok çalışkandır. Köylünün sütünü toplattırıp mandıralara satmış. Köylüyü çok seviyormuş.” Vergi Daire Md. Yrd. Mazhar Orhan Uzunköprü’nün Çavuşlu köyündenim”. dedi. 21-24 Ağustos 2008 tarihleri arasında Malkara Tarım ve Süt Ürünleri Festivali yapılacak. Malkara nüfusu 27500.

Metin Bingül: “Ben askerken, Yılmaz Dingiloğlu kumandanımızdı. Selam söyle” dedi. Malkara FINAL DERGISI DERSANE MÜDÜRÜ ORHAN AKSAKAL: “Kırklareli’deki Final Dergisi öğretmenlerine selam söyle. Kitabına baktım Papaz Remzi Uysal’ı anlatıryorsun. Papaz Remzi ve arkadaşları çok iyi futbolculardı. Onların maçlarını seyretmeye doyamazdık. Ortaokulu Edirne’de okudum. Edirnespor’un kaptanı Parlar Yaren Edirne Lisesi matematik öğretmeniydi”dedi. Kale kilit fabrikasında çalışan bir genç “Kale kilit fabrikası dünya üçüncüsüdür. Çerkezköy’de modern Kale kilit fabrikası yapılacak” dedi.

ŞIIRLERIM:

SENI SEVDIĞIM ANLAR

/ Seni sevdiğim anlar/ Seni düşündüğüm zamanlardır/ Kahrolduğum anlar/ Beni anlamadığın zamanlardır/.

HANI GENÇ OLSAM

Hani genç olsam/ Sevdalı bir yüreğim olsa/ Akşamüstleri yolunu beklesem/ Bir gülüşüne şiirler yazsam/ Vurulsam ela gözlerine/ Kara gözlerine/ Çakır gözlerine/ Her gece göz yaşı döksem/ Mevlam seni bana kavuştursun diye/ Selahattin Demiraco.

Yazıyı hazırlarken Önadım gazetesine şair, ressam, fotoğraf sanatçısı ve Cep Sanat dergisinin sahibi Savaş Erdem geldi. “Sen bir Haiku’sun arkadaşım” demişti.

MALKARA IL YILLIĞINDA KAYMAKAM NAHSEN BADELI’NIN YAZISINDAN ALINTI:

“Trakya’nın en eski yerleşim yerlerinden biri olan Malkara bereketli toprakları, zengin kömür yatakları, günlük 30 ton süt üretimi, zengin tarihsel ve kültürel dokusuyla, kalkınma ve büyüme hedeflerine emin adımlarla ilerlemektedir.

Yapımı devam eden Organize Sanayi Bölgesi % 95 oranında bitirilmiştir. 2007 yılından itibaren fabrika bacaları tütmeye başlayacaktır. Böylece, hem Çorlu ve Çerkezköy’de işçi olarak çalışmakta olan gençlerimiz kendi memleketlerinde iş olanağına kavuşacak hem de ilçedeki gençlerimizin işsizlik sorunu ortadan kalkacaktır.

Ilçemizden geçen E-84 karayolunun bölünmüş yol (duble yol) haline getirme çalışmaları da 2006 yaz sonunda bitirilecektir.. (Malkara’lı bir arkadaşım “Duble yol çalışması bitti” dedi.)

Ilçeye bağlı 70 köyün yolları asfalttır. Bütün köylerimizin içme suyu sorunu çözümlenmiştir. 2007 yılından itibaren köy içi yolları kilitli parke taşıyla döşenmesine başlanacak. Köylümüz çamurdan kurtarılacaktır. Köylerimizin kanalizasyonlarının bitirilmesi planlanmıştır.

Malkara linyit kömürleri bakımından önemli bir zenginliğe sahiptir. 38 faal, 29 faal olmayan toplam 67 kömür ocağı bulunmaktadır. Malkara Osmanlı Imparatorluğu döneminde Osmanlı Ordusu’nun en gözü pek savaşçıları olan Akıncıların ve Deliler Birliklerinin merkezi olmuştur. Balkanların fethine katılarak oralarda yerleşenlerin çocukları, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nden sonra Trakya ve Anadolu’ya göç etmişlerdir. Malkara bir Evlad-ı Fatihan (Fatihlerin Evlatları) şehridir.”

Malkara’nın, Osmanlılara geçtiği son ve kesin tarih 1363’tür. Malkara’yı feth eden komutanında Hacı Ilbey olduğu bilinmektedir. Bugün Trakya’da birçok yerde mezarı ve Hacı Il Bey adına yapılmış okullar bulunmaktadır..

Malkaranın en kötü günleri Balkan savaşı sırasında yaşanmıştır. Şehitlerin anısına güzel bir anıt dikilmiştir. Bulgar işgali 8,5 ay sürmüş, bu arada şehir yağma edilmiş, yakılmış, yıkılmıştır. (Şehitlik abidesi var. Bulgarlar namaz kılarken halkı şehit etmiş). Malkara ve yöresinde çağdaş, uygar toplum düzeni gün geçtikçe daha güzel bir şekilde oluşmaktadır. Malkara bir tepenin eteklerine kurulmuş. Halkı çok candan.. Gittiğim gün oranın pazarıydı. Trakya’yı gezmek ve bir Evliya Çelebi gibi yazabilmek en büyük amacımdır.. Trakya kendine özgü sosyal ve ekonomik kültürel yapısı ile çağdaşlaşmaya hazırdır. 09.08.2008 günü araştırmacı yazar Nazif Karaçam’da Önadım gazetesinde güzel bir sohbetimiz oldu. Onun şansı bu yola çok eskiden çıkmasıdır ve bizlere güzel eserler bırakmasıdır. O bir kaynak kişidir. Sonbahar’da iki yeni eserle bizi buluşturacaktır.1) Ulusal Kurtuluş Savaşında Trakya kitabı yeni ilavelerle çıkacak. 2) Kırklareli’ni Geçmişten Geleceğe Taşıyanlar kitabı. Başarılar dilerim. Gazetedeki yazılarını özledik.

05.08.2008 günü Rumeli TV’yi izliyorum. Edirne Keşan Suluca köyünü televizyonda izlerken Rumeli havaları ve türkülerini dinlemek hoşuma gidiyor..

selahattindemiraco@gazetetrakya.com

Haberi Ekleyen : Selahattin DEMİRACO
Kaynak : Kırklar Haber
Yayınlanma Tarihi : 12.08.2008/10:49:00

Muhacırlar

Türkiye, bulunduğu coğrafi ve Jeopolitik özelliklerden dolayı tarih boyunca değişik toplumların uğrak yeri olmuştur. Bu anlamda değişik toplumlar ve uygarlıklar için adeta “Kavimler Kapısı” olmuştur.

Bu göçleri yönlerine göre tasnif etmek gerekirse şöyle bir tablo çıkar:

1) Batı’dan Balkanlardan, Bulgaristan’dan gelen göçler.

2)Doğu’dan gelen göçler

3)Kuzey’den Kafkasya’dan gelen göçler

Bugün Türkiye’de göçler yolu ile gelenlere bakılırsa Batı’dan yani; Bulgaristan, Yunanistan, Yogoslavya, Arnavutluk, Romanya, Makedonya ve çevresinden gelen göçler önemlidir.

Trakya, M.Ö. 2000-3000 yıllarında yaşayan Traklar denilen toplumun isminden kaynaklanmıştır. Trakya’da İslamiyet’ten önce Hıristiyanlık var. Batılı göçmenlere, Göçmen, Muhacir, Pomak, Torbeş, Gaca v.s. adları veriliyor. Gelenlerin kendi adlandırmaları yapana göre değişiyor. Ama hepsi Türkiye’yi vatanı kabul ediyor. Örneğin; Türk, Göçmen, Muhacir diyorlar: Bu topluluklardan bazılarını tanıyalım.


Pomaklar


Pomaklar, Balkanlar’da Pomakça konuşan Müslümanlara deniliyor. Pomak sözcüğüne 1877-78’de Balkanlar’dan gelen göçlerle rastlanılıyor. Pomak’ı dil, gelenek ve ırk bakımından Türkler’den çok Slavlara yakın bulanlar var. Pomaklar’ın, Traklar olduğu savı da var.

Pomaklar’ın 11. yüzyılda Rodoplar’a yerleştirilmiş Kuman Türkleri’nin torunları olabileceğide savlar arasında bulunuyor. Bulgar yazarlardan bazıları ise, Pomaklar’ın Müslüman Bulgarlar ya da Bulgarca konuşan Müslümanlar olabileceğini savunuyor.

Osmanlı 1385 de Anadolu’da çeşitli Yörük Türkmenlerini bu yörelere gönderir. Bu göçlerle yerli halk birbirini kültürel olarak etkiler. 1877-1878 deki savaştan sonra Osmanlı’ya sığınan 700 bin göçmenin çoğunu Rodop Türkleri ile Pomaklar oluşturur.Türkiye’ye gelen Pomaklar, Balıkesir-Gönen, Manyas, Darıca, Şefketiye, Bursa-İnegöl’e, Çanakkale-Biga, Yenice ile Edirne-Merkez, İpsala, Keşan, Uzunköprü, Çöpköy’e yerleşirler. İstanbul’da ise, Beykoz, Çatalca, Silivri’ye gelirler. İzmir-Bayındır, Kemalpaşa, Kırklareli-Babaeski, Demirköy, İğneada, Lüleburgaz, Pehlivanköy ile Tekirdağ-Merkez ve Malkara’ya yerleşirler.

Pomaklar, Türkçe konuşuyor. Pomakça’yı tek tük yaşlılar biliyor. Pomakça’nın, Türkçe ve Makedonca’nın karışımı ile oluşan Bulgarca bir şive olduğunu söyleyenlerde var. Boşnakça ilede benzerliği varmış. 1950 yılında Bulgaristan’dan göç ile Türkiye’ye; 683 bin Türk, 123 bin Pomak, 10 bin iseTatar Türkü ile Gagavuz Türkü gelmiştir.

Göçlerle gelen Pomaklar’ın çoğu Türkçe bilmezmiş.Pomakların 17. yüzyılda İslamiyeti seçmiş Bulgarlar olduğunu savunanlarda var. Yerli Türkler aynı dinden oldukları halde Pomakları Türk kabul etmezler.

Pomakça’nın eski Grek diline benzediği, Bulgarca’nın bir şivesi olduğu ve Slav dil grubu içinde görmek gerektiği ifade ediliyor. Göçmenlerin çoğunluğu inanç olarak Sünni İslam’dır, içlerinde Hıristiyan olarak Gagavuzlar ve Alevi-Bektaşi Müslümanlarda var.

Göçmenler’in dil dağılımına bakıldığında herkes Türkçe konuşuyor. Türkçe dışında; Pomakça, Tatar Türkçesi, Boşnakça, Rumca,Bulgarca ve Gagavuz Türkçesi (Slav etkili Osmanlıca) bilenlerde bulunuyor.


Gacallar


Osmanlı İmparatorluğu 16.17 yüzyıldaBalkanlar’da yayıldığı dönemde fethedilen topraklara Orta Anadolu’dan Türk nüfus ikame ederdi. Giden Türk nüfus bir süre sonra yerlilerle kültürel alış-verişte bulunurlardı. Karşılıklı birbirini etkilerlerdi. Boşnaklar, Pomaklar bu şekilde oluşmuş toplumsal kesimlerdir. İçlerinde İslamiyeti kabul eden Türkçe konuşan yerli halklarda var. Rumca, Bulgarca, Boşnakça v.s. öğrenen MüslümanTürkler’de var. Öyle bir dönem olmuşki adeta birbirini ayırt etmek imkansız hale gelmiş, kim Türk? kim müslüman? Kim sonradan Müslüman veya Türk olmuş fazla belirgin değil.

İşte Gacallar’da bu toplumsal gelişmeler sonucu oluşmuş, bir kimliktir.Şumnu ve Razgrad Bulgarları bütün Türk köylülerine Gacal” ya da “Çitak” adı vermiş. Bu isim biraz küçültücü anlam, aşağılama anlamı taşıyormuş. Deliorman Türkleri bazı durumlarda Dobruca Türklerini “Gacallar” diye isimlendirmiş.

Dobruca ve Karadeniz boylarına yerleşen Oğuz Türkmenleri, İlk Bulgarlar ve Gagavuzlar arasında Hıristiyanlık yayılmış. Deliorman’a yerleşen Peçenekler süreç içinde Gacallar ve Çitaklar adı verilerek Müslüman olarak kalmışlar. Bulgarlar, Türkler’e, Gacallar veya Çıtaklar diyor.

Evliya Çelebi 17. yüzyıldaBulgaristan’ı gezerken, Gacallar veya Çitaklar denilen topluluğun, Tatar, Ulah, Moldavan ve Bulgarlar’ın sentezinden oluşmuş olabileceğini yazıyor.

Balkanlar’dan belirlenen sayılara göre toplam, 1 milyon 204 bin kişi çeşitli tarihlerde göçler nedeni ile Türkiye’ye gelmiştir. Bu nüfus kitlesi ile Türkiye’de bulunan Türk toplumu arasında bir problem çıkmamıştır. Bu iki kesim süreç içinde adeta bütünleşip tek ulus çatısı altında yer almıştır.

Doğudan gelen göçler ise; çeşitli toplumsal nedenlerle yakın komşulardan gelen göçlerdir. Bunlar, Afganistan’dan, İran’dan, Irak’tan,Pakistan’dan, Kuzey Irak’tan gelen göçlerdir. Bu topluluklar genel olarak geçici dönemlerde Türkiye’de kalıp gitmişlerdir. Kalanlar ise, topluma monte olup işine gücüne karışmıştır.

Kuzey’den Kafkasya’dan gelen göçler daha kalıcı olmuştur.Hatta; Çerkesya’dan gelen göç anayurtlarından, nüfus olarak daha fazlası göç ile Anadolu’ya gelmiştir. Bugün bile Türkiye’deki Çerkes topluluğunun nüfus sayısı Anayurtlarından daha fazladır. Gürcüler içinde durum yaklaşık Çerkesler gibidir. Çerkesler ve Gürcüler Türk toplumu ile veTürk Devleti ile o denli uyumlu bir ilişki kurmuşlarki adeta yönetimde Türkten çok Çerkes ve Gürcü kökenli yurttaşlar yer almıştır. Bunlar dışında zaman zaman Azerbeycan ve Dağıstan’dan da Türkiye’ye çeşitli tarihsel dönemlerde göçler olmuştur.

Türk toplumu ile çeşitli tarihsel nedenlerle ayrı düşen ama şartların değişmesi sonucu yine göç yolu ile birleşen bu toplumsal parçayı ayrı bir etnik grup ya da ayrı etnik gruplar olarak ifade etmek doğru olamaz. Ama farklı sosyolojik özellikleri elbette sosyolojik amaçlarla araştırılabilir.

Kaynak: http://www.turkeyif.com/muhacirlar-t43497.0.html

Yörücek, Tekirdağ ilinin Malkara ilçesine bağlı bir köydür.

Yörücek, Tekirdağ ilinin Malkara ilçesine bağlı bir köydür.

Topraklarının büyük bir bölümü ekilebilir arazidir. Çok az bir miktarı otlakiye olarak kullanılmaktadır. Köy orman bakımından yoksun olmakla beraber, şahıslara ait ufak koruluklar yer almaktadır. Köyün sınırları içinde akarsu yoktur. Köyde bulunan Çayderenin suyu kışın çoğalır, yazın azalarak, kurur. Köyün hudutları içinde kar ve yağmur sularını taşıyan ufak birkaç dere vardır. Yörücek köyü Osmanlı imparatorluğu döneminde bir Türkmen Beyinin çiftliğiymiş. Çiftliğin adı Beyin lakabı olan Bolpaça adıyla bilinirdi. O zamanlar sadece bir han binası olan bu çiftliğe, 93 Harbinden sonra Bulgaristan'ın Osmanpazar ilçesinden göçmen Türkler gelir. Burada sadece bir bina ile karşılaşınca, burada kalmak istemezler ve burada durmayacağız, yürüyeceğiz demişlerdir. Yalnızca bir gece konaklarlar. Sabah bol su ve ağaçlık bir bölge olduğunu görünce akşamki kararlarından vazgeçerler ve burada kalıp, yerleşmeye karar verirler. Yürücek kelimesinden gelen "Yörücek" adını köyün adı olarak koyarlar. 20 Temmuz 1920'de Yunanlıların Tekirdağ'a asker çıkarmaları ve Tekirdağ'ın işgal edilmesiyle, Yörücek köyü işgalin en acı günlerini! yaşamıştır. 1922 yılında Yunanlılar, Yörücek ve çevresinde vahşet yaratmışlar ve birçok kişiyi şehit etmişlerdir. O yıl şehit olanların anısına ve öldürüldükleri yer olan Çaydere mevkiinde Şehitler mezarlığı bulunmaktadır. Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra 13 Kasım 1922'de Tekirdağ Yunan işgalinden kurtulunca, Yunanlılar ve Ermeniler köyden kaçmışlardır. Cumhuriyet döneminde Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya'dan gelen .göçmenler köye yerleştirilmiştir.


20 Temmuz 1920'de Yunanlıların Tekirdağ'a asker çıkarmaları ve Tekirdağ'ın işgal edilmesiyle, Yörücek köyü işgalin en acı günlerin! yaşarmıştır. 1922 yılında Yunanlılar, Yörücek ve çevresinde vahşet yaratmışlar ve birçok kişiyi şehit etmişlerdir. O yıl şehit olanların anısına ve öldürüldükleri yer olan Çaydere mevkiinde Şehitler mezarlığı bulunmaktadır. Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra 13 Kasım 1922'de Tekirdağ Yunan işgalinden kurtulunca, Yunanlılar ve Ermeniler köyden kaçmışlardır. Cumhuriyet döneminde Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya'dan gelen .göçmenler köye yerleştirilmiştir. 20 Temmuz 1920'de Yunanlıların Tekirdağ'a asker çıkarmaları ve Tekirdağ'ın işgal edilmesiyle, Yörücek köyü işgalin en acı günlerin! yaşarmıştır. 1922 yılında Yunanlılar, Yörücek ve çevresinde vahşet yaratmışlar ve birçok kişiyi şehit etmişlerdir. O yıl şehit olanların anısına ve öldürüldükleri yer olan Çaydere mevkiinde Şehitler mezarlığı bulunmaktadır. Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra 13 Kasım 1922'de Tekirdağ Yunan işgalinden kurtulunca, Yunanlılar ve Ermeniler köyden kaçmışlardır. Cumhuriyet döneminde Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya'dan gelen .göçmenler köye yerleştirilmiştir.

Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Yörücek,_Malkara

Zulmün zirvesi: Bulgar İşgali

Zulmün zirvesi: Bulgar İşgali

Bulgar ordularının işgali esnasında hem sivillere hem de esir aldıkları Türk askerlerine yaptıkları muammele üzerinden yüzyıllar geçse de unutulmayacaktır. 

Zulmün zirvesi: Bulgar İşgali

Balkan Savaşı Öncesi Edirne

Edirne'de askeri, sivili, Balkandaki kaynamayı tedirginlikle izlemektedir. 17 Eylül 1912 genel seferberlik ilanının gazetelerde çıktığı gündür. Silah altına çağrılanlar işini gücünü terk ederek büyük bir istekle bu davete katılmaktadırlar. Balkandan Edirne'ye sürüklenmiş muhacir arabaları, İstanbul'a doğru yola çıkmıştır. Edirne'nin yerlileri de, silah altına alınmadan önce, ailelerini İstanbul'a göndermektedirler. Edirne'ye asker yığılmaya başlamıştır.

Ancak kaleye gelenlerin ne cinsi, ne miktarı ve ne de geliş zamanları, barış zamanında düzenlenmiş programlara komutanlarca verilmiş talimatlara uymamaktadır. Hele ikmal kuvvetlerinin geliş şekli pek fecidir.  Topçu askeri yerine, gereği olmadığı halde denizci, piyade yerine süvari gelmektedir.

Kale komutanı, sonraki adıyla Edirne Muhafızı Şükrü Paşa, bir avuç gayretli subayı ile bu gelenlerden Edirne'yi savunmak için olabildiğince yaralanmanın çaresini aramaktadır. Savaş ilanı duyulur. 9 Ekim günü uzaktan top sesleri Edirne'ye yaklaşmaya başlar.

Sivil halkın şehirden kaçışı hızlanmıştır.  Edirne neredeyse askerlerin ve onlara yardımcı olmak için kalan sivil erkeklerin gezdiği terkedilmiş bir şehir olmuştur. 10 Ekim çarşamba günü, şehrin ilk yaralıları gördüğü gündür.  Gelen yaralı askerler çamur içinde, düzensiz kıyafetli, perişan askerlerdir.

Ertesi gün Edirne ilk düşman ateşini yer. Gelen haberler, düşmanın henüz etkili olmadığını belirtmektedir.  Ne var ki Edirne dışında savaşın nasıl gittiğini bilen yoktur. Savaş alanının en korkunç manzarası insanlardır. Yani ölüler, yardımsız kalmış yaralılar ve şaşkın insan toplulukları. İstanbul'un yirmi kilometre ötesinde, bir insan ve asker seli boylu boyunca akıp gitmektedir. 

Kasabalar ve köyler bomboş. Örneğin Küçük Halkalı Köyünde yalnızca on kişi kalmış. Herkes İstanbul'a sığınmış Tren yolunu zaman zaman kesen şose üzerinde hiç kimse görünmüyor. Lüleburgaz'ın da Bulgarların eline geçtiği söylenmektedir 

Belli olan bir şey var.  Yiyecek ve mühimmat dolu trenler varacakları cepheleri bulamıyor çevredeki gazetecilerle konuşan genç subaylar bile hangi birliğe bağlı olduklarını söyleyemiyor.  Bir tanesi 28.  Taburda bölük komutanı olduğunu söylüyor, ancak birliğinin yerini kestiremiyor...

Evet bu karmaşa içinde Türk ordusu, sağa sola serpiştirilmiş gibi.  Atlar, katırlar, erkekler ve öküzlere bağlanmış toplar. Ve sonra ellerindeki iri kürek ve kazmalarla siper kazmaya çalışan askerler. Biraz ötede mevzilenen bataryalar... Ama kime karşı, hangi düşmana? İşte bilinmeyen budur. Abdullah Paşa, karargâhında çılgına dönmüştür.  Bir kilometre ötesindeki birlikten haberi yoktur ki ordusunu kontrol edebilsin.

Ve İstanbul'dan İttihat ve Terakki hazırlık içinde diye haberler gelmektedir. Savaşı, iktidara gelirse kazanacaktır! Vagonların üstü bile muhacirlerle doludur. Kaçma telaşı içindedirler. Savaştan, Bulgarlardan ve İmparatorluğun yıkılan enkazının altından kaçmaktadırlar. 60 kilometrelik bir mesafeyi bu tren denen araç tam 8 saatte alabilmiştir.  Babaeski'de pes eder. Odunu bitmiştir.

Babaeski'de ağır ve korkunç soğuk içinde insanı terleten bir gece başlamaktadır. Herkes bulabildiği yere uzanmıştır. Kimi kaputlu kimi battaniyeli, ama çoğunluğu çıplak ve bitik . Sonra gece yarısı herkes birden ayağa fırlar.  Peş peşe silah sesleri gelmektedir. Üç dört kişi, ölen veya öldürülen bir askerin üzerine kümelenir. Ölünün üzerindeki kana bulanmış ekmeği paylaşma kavgasına girmişlerdir.

Edirne savunması acılar içinde, fakat diğer cephelerdeki bozgundan çok farklı olarak belli bir disiplinle sürer. Osmanlı teslim olmuştur. Tek direnen yer Edirne'dir. Erzak bitmiştir. Hayvanlara verilmek için gelen darıyı, erat yemektedir şehirde tuz bitmiştir şehrin eczacıları yapay tuz üretmektedirler. Aralık ayı sonuna gelindiğinde dağıtılan yemek, saklanmış peynir suyu ya da peynir suyuna papara yapılmış darıdır.

Ocak sonuna doğru bir yandan Bulgarlar, öte yandan Sırplar ağır bir bombardımana başlarlar işin uzamasından sıkılmışlardır.  Hele Bulgarlar, Çatalca'ya kadar gitmişken, Edirne'yi nasıl olup da alamadıklarının öfkesi içindedirler saldırırlar. Gördükleri karşılık piyade ateşidir. Kaledeki askerler açlıklarını gidermek için, ağızlarında kösele parçaları çiğnemektedirler.

Bulgarların gündüz top ateşi ve yoğun piyade saldırısıyla aldıkları mevzileri, gece silah atmaksızın ani baskınlarla ve süngüyle geri almaktadırlar. Şubat ayı Edirne'yi savunanlara, düşman baskısı yanında kışı da getirir. Yalnızca Güney Cephesi Komutanlığı'nın 14 şubat tarihli raporunda. 126 erin donarak öldüğünün kaydı düşülmüştür.

12 Mart gelir. Artık teslim olup olmamak konuşulmaktadır. Bulgarlarla Sırplar arasında, Edirne müdafii Şükrü Paşa'yı teslim alma şerefinin yarışı başlamıştır. Bulgarların isteği üzerine görüşmeye giden bir yüzbaşıya, bir Bulgar albayı tarafından ilk kesin uyarı verilir.  Buna göre, tüm bataryalar ateş kesecek ve beyaz bayrak çekecektir. Askerler şehir içinde bir yere toplanacak ve Bulgar askeri tarafından kordon altına alınacaktır. Bu teklifi alan kale komutanı, şartları kabul ettiğini Bulgarlara bildirir ve gerekli hazırlıklar başlar. Bu habere rağmen ertesi sabah Bulgarlar, susan topçu ateşinin de etkisinden kurtulmuş olmanın cesaretiyle, ani bir saldırıya geçer. 1500'den fazla erimizi Çörekköy mevkiinde şehit eder.  

Zulmün zirvesi: Bulgar İşgali

Ve Edirne teslim oldu

Sonuçta araya giren Türk subaylarının ikazıyla saldırı durdurulacak ve mazeret olarak da, teslim haberinin Bulgar mevzilerine bildirilmediği söylenecektir. Bulgarlar ve Sırplar şehre girer.  Gün 26 Mart 1913. 

Sırp alay komutanlarından Milanov Gavriloviç, girdiği kalede rastladığı yıkılmış bir köprünün yanında, kümelenmiş Türk subayları görür.  Onlara yaklaşır ve "geçmiş olsun, sizin için de bizim için de iyi oldu" der.  Kolağası Emin Efendi cevap verir : "Sizin için evet, ama bizim için değil"  Gavriloviç sorar : "İlerdeki bina ve önündeki kalabalık nedir ?" Orada Başkumandan Şükrü Paşa bekliyor, diye karşılık verirler.  Gavriloviç derhal esas duruşa geçer. "Sizden rica ediyorum Yüzbaşı, beni bu kahramana götürünüz.” Götürürler.

Gavriloviç, egitimini Fransa'da yapmış, hatta bir Fransız kadınıyla evlenmiş bir Sırp subayıdır. Kendi anlatımına göre;
"Evet, nihayet bu büyük kahramanın odasına aldılar beni.  Bir adım ilerledim ve askerce selam verdim. Duyduğum heyecanı anlatmam imkansız.  Kendisine, Ekselans, dedim Alay Kumandanı Milovan Gavriloviç, Zat-ı Devletlerine, bu andan itibaren Sırp Ordusunun misafiri olduğunuzu ve onun koruması altında bulunduğunuzu belirtmekle şeref duyar.

Esir ettiğim bu büyük Kumandanı incitebilecek en ufak bir kelimeyi bile kullanmamak istemiştim. Daha sonra Paşaya ve yanındakilere, Edirne'nin imkansızlıklar içerisindeki inanılmaz savunması nedeniyle, Sırp Ordusunca takdirlerimi  bildirdim.

"Şükrü Paşa, 'Bilirim, diye cevap verdi.  'Sırp Milletinin kahraman bir halk olduğunu iyi bilirim. Bu savaş sırasında, buna bir kere daha inandım... Kahraman asker daha sonra etrafindaki diğer subayları bana tanıştırdı.  Oturmamı rica etti ve verecek başka birşeyi olmadığı için, özür dileyerek, tabakasından bir sigara uzattı.  Dostça bir konuşmaya başladık.  Zaman ilerliyordu.  Şükrü Paşa hazretlerinden çekilmek icin izin istedim işte tam bu sırada bulunduğumuz yere, bir Bulgar bölüğü geldi. Paşayı kendilerine teslim etmemi istedi.  Bu konuda ellerinde gerekli emir olup olmadığını sordum Yoktu. Tekrar içeri girdim Paşaya Bulgarların arzusunu bildirdim ve kendisi ile gidip gitmemek hususundaki emirlerinin ne olacağını öğrenmek istediğimi arz ettim. Diğer subaylarla yaptığı kısa bir konuşmadan sonra Şükrü Paşa, burada kalmak istediğini bildirdi. Askerce selamladım ve çıktım.

Ertesi gün Bulgar Ordusu Kumandanı General İvanof geldi ve kendisini alıp götürdü.  Edirnenin kahramanı ve Kumandanı Şükrü Paşa bu şekilde esir edilmişti.

İki gün sonra Sofyada Şükrü Paşa Kral Ferdinand ile karşılaşır.  Kral büyük düşmanını gördüğü zaman ayağa kalkar. Şükrü Paşayı koltuğa oturtmadan önce yaverinin elinde tuttuğu kılıcı alır ve Şükrü Paşa'ya :
"Bir yanlışlık olmuş" der.  "Teslim anında kılıcınızı da vermişsiniz.  Sizin gibi askerierin kılıçları alınmaz. Şeref dolu bir savaş sayfasına imzanızı attınız.  Kılıcınızı lütfen kabul buyurunuz."



Zulmün Zirve Noktası

Evet, Edirne düşmüştür. Bulgarlar ve Sırpların elindedir artık Osmanlının üçüncü başkenti. Hıristiyan ahali ve işgal kuvvetleri  sevinç içinde sokaklarda dolaşmaktadır. 26 Nisan 1913 tarih ve 3661 sayılı Fransızca Illustration Dergisi'nin yazısına göre;

"Konak Meydanı sabahın çok erken saatlerinde Bulgar askerleri tarafından kontrol altına alınmıştır. Bosnaköy, Kıyık ve İstanbul yolu üzerinde at koşturmaktadırlar.  Askerlerin çevresinde azgın, kudurmuş bir kalabalık. Bunlar Musevi, Rum veya Ermeni olsun, daha düne kadar Türklerin ayaklarına kapanırken şimdi çığlıklar, feryatlar ve sevinç haykırışları içindeler.  Yeni çarlarını görmenin ve onu selamlamanın heyecanını yaşıyorlar.

Saat onda General Vazofun kumanda ettiği ikinci piyade tümeni, başarında bandoları olduğu halde şehrin içinde görülüyor.  Bandonun da önünde Türklerden alınan zafer sancakları ile altın sırmalarla yazılı Kuran risaleleri yazılı diğer bayraklar sergileniyor. General Vazof, gayrimüslimlerin bu coşkulu tezahüratına, şaşkın gülüşlerle karşılık vermektedir. Çevresindeki askerler sert yüzlü, sakallı ve aylarca süren başarısızlıklarının bedelini almak istercesine, öfkeli ifadelerle etrafa bakmaktalar. Edirne'ye sıra sıra girerler.  Sonra bu asker kalabalığını Hıristiyan, Musevi ve Ermeni kafileleri izler. Onlarda da sanki hakları imişçesine işgali gerçekleştiren askerlerin gururu vardır.  Bunlar arasında komitacılar, milisler ve diğerleri bulunmaktadır.  Bu geçit resmi bütün bir sabah devam eder.  Öğleye doğru askerler şehre dalar. Lokantalar, Hıristiyanların devam ettikleri kabareler aniden renk değiştirmiştir.  Sokaklar Sırp ve Bulgar melodileriyle inlemektedir. ilk gün böyle geçer...

Ertesi gün Edirne korkunç olaylar yaşayacaktır. Tek bir söz ile söylemek gerekirse : korkunç! Bulgarlar avlarını ellerine geçirmişlerdir. Vatanlarını delice savunan Edirnelilere, bu savunmayı pahalıya ödeteceklerdir.  Tam üç gün, evet tam üç gün hiç ara vermeden, insanlara eziyet ettiler.  Askerin kin ve ihtirasına hedef olan Türk evleri, cehennemi gölgede bırakan bir kabus yaşadı.  Yağma edildiler. Türk evlerinin kafes arkasında kaygı ile bekleşen kadınlarının gölgelerini sezen askerler, tekme ve dipçik darbeleriyle içeriye saldırdılar.

Ellerine ne geçerse aldılar.  Mücevher, halı, elbise, ayna ve her şey... Taşınabilecek ve çalınacak birşey kalmayınca, kadınlara ve küçük kızlara saldırmaya başladılar. Edirne baştanbaşa bir feryat şehri halindedir artık.  Kadınların ve kızların daha sonra yaptıkları tek şey bağırmadan, feryat etmeden ve inlemeden intihar etmek olur.  Yağma edilen evlerin kapılarında tebeşirle çizilen haç işaretleri belirmeye başlar.  Bu haç işaretleri yeni gelenlere, artık bu evde yağmalanacak mal ve ırzına geçilecek insan kalmadığını belirtmek için çizilmiştir.

Şehir savaş sırasında pek hasar görmemiştir.  Sanat eserleri ve Selimiye Camii gibi muhteşem bir yapıt yerindedir.  Ancak insanlar tükenmiştir.  Zafere yüzyıllardan beri susamış olanlar, Edirne'nin işgali sırasında kendilerinden geçmişler ve dünyayı fethetmiş kahramanlar gibi düşünmeye ve  hareket etmeye başlamışlardır.

Zaman zaman sokaklardan esir kafileleri geçmektedir.  Her tarafta açlık başlamıştır. Selimiye’nin kapısında ve konak meydanında, Bulgar ordusu ekmek dağıtmaktadır.Ancak bu ekmek dağıtmanın bir asil(!) davranış değil ayrı bir aşağılayıcı araç olarak kullanıldığı unutulmamalıdır. 

Feracelerinin altında, ağlayan çocuklarını susturmayı bile unutan kadınlar, ekmek, verilen arabalarının kapısında, hakaretin her türlülsüne tanık olacaklardır.  Nitekim kısa bir zaman sonra, aylardır yalnızca süpürge tohumu yiyen bu gururlu insanlar, Bulgarların dağıttıkları ekmeği almaya gitmeyeceklerdir.  Ekmekler ve diğer malzeme Bulgarların elinde kalır.  Askeri yenilgi, gururun zafer kazanmasını önleyememiştir.


KAYNAKÇA: 1-Ord.Prof.Dr.Besim DarkotEdirne Edirne`nin 600. Fethi yıldönümü Armağını KitabıTürk Tarih Kurumu -EDİRNE- 19932- Yöre Dergisi Sayı:20

Osmanlı - Balkan Savaşında Bulgar zulmü: İdamdan Önce Son Namaz

YA KAHHAR YA CABBAR YA MUNTAKİM !


"Fotoğrafta; Osmanlı - Balkan Savaşında Bulgar zulmü: İdamdan Önce Son Namaz;" 
Hatta bu fotoğraf için bir yorumcu:"son isteğin namaz olması ve bunu kabul etmeleeri başka dinlere duydukları saygıyı göstermez mi?"

Denilsede hayır değil onların dine saygısı falan olamaz olsa olsa "Batıda kamuoyu nu etkilemek için çekilmiş bir resim olduğu"u zannedilmektedir.

BÜYÜK ÇERKES SÜRGÜNÜ...

Göç mü, yoksa sürgün mü?

Fethi Güngör


Göç [ing. Migration]: Birey ve grupların ekonomik, sosyal, kültürel vb. nedenlerden dolayı bir yerden başka bir yere gitmeleridir. (Kızılçelik-Erjem, 1994: 185)

Coğrafya başta olmak üzere, iktisat, sosyal psikoloji ve sosyoloji gibi göç olgusunu inceleyen disiplinler arasında konuya en geniş açıdan bakan bilim dalı sosyolojidir. ''Çünkü sosyolojik tahliller coğrafi değişmelerden ziyade sosyolojik boyut ve çerçevedeki değişmeleri dikkate alır. Örneğin, göçün ortaya çıkaracağı sosyal hareketlilik, göç sebepleri, uyum, göçe neden olan kararların oluşumu, göç sürecindeki ayıklama safhaları ve sonuçları ile göç edilen ülke ve göçe kaynak olan ülke halkları üzerindeki etkileri sosyolojinin ilgi alanı kapsamındadır." (Gezgin, 1994: 14)

Göç türleri incelenirken ele alınan ‘mesafe’ kavramı genellikle kıta içi ve kıtalararası göçlerle ilgilidir. Bir ülkenin milli sınırları içerisindeki nüfus hareketlerine iç göç, nüfusun ülke sınırları dışına yönelik yer değiştirmesine ise dış göç denir. Mahiyetleri itibariyle bu tür göçlerde fiziksel mesafe kavramının hiç bir önemi yoktur (Gezgin, 22).

Mecburi göçlerde (tehcir), göç kararı göç edenin iradesini dikkate almamaktadır. Zorunlu iskân politikaları yahut bir savaş veya doğal afet nedeniyle ortaya çıkan göçler mecburi göçlerdir. ''Göç edenin iradesine dayalı olmayan yer değiştirmeleri klasik anlamıyla göç saymama eğilimi de mevcuttur. Bu eğilimin nedeni ‘sürgün’ kavramının göç kavramından ayrı bir kriterle incelemeye tabi tutulması gereğine dikkat çekmek olmalıdır''. (Uysal, 1996: 141)

Yukarıdaki tanımlardan açıkça anlaşılacağı üzere, Çerkeslerin Kafkasya'dan Anadolu'ya gelişi bir sürgün olup, bu kütlesel nüfus hareketinin göç olarak isimlendirilmesi doğru değildir.

Çerkeslerin sürülme sebebi

Ekonomik, dini, siyasi ve kültürel sebepler yanında tarih boyunca en çok karşılaşılan sürgün sebebi savaşlar olmuştur. Kafkasya'dan Anadolu'ya kitleler halinde akan nüfus hareketinin de-siyasi ve dini boyutu da olmakla beraber en mühim sebebi iki asır devam eden Rus savaşlarının Çerkesler aleyhine mağlubiyetle sonuçlanmasıdır.

Sürgün güzergahı

1859-1864 yıllarında yurtlarından sürülen Çerkesler deniz yoluyla, Kafkasya'da, Taman, Tuapse, Anapa, Tsemez, Soçi, Adler, Sohum, Poti, Batum vd. limanlardan bindirilip Osmanlı Devleti'nin Trabzon, Samsun, Sinop, İstanbul, Varna, Burgaz ve Köstence limanlarında indiriliyordu. 1865-1866 sürgünü ile Osmanlı-Rus harbinden sonraki 1878 tehciri kara yoluyla gerçekleştirildi. Doğu yolundan genellikle Çeçen, Dağıstan, Asetin, Kabardey muhacirleri göçürülmüştür. Daha sonraki tehcir de kara yoluyla yapılmıştır (Berzec, 1986: 114).

Sürgün yolunda çekilen çileler Yolda telef olanların feci durumları Trabzon'daki Rus konsolosunun, tehcir işlerini idare etmekte olan General Katraçef'e yazdığı raporda şöyle anlatılır: ''Türkiye'ye gitmek üzere Batum'a 70.000 Çerkes geldi. Bunlardan vasati olarak günde 7 kişi ölüyor. Trabzon'a çıkarılan 24.700 kişiden şimdiye kadar 19.000 kişi ölmüştür. Şimdi orada bulunan 63.900 kişiden her gün 180-250 kişi ölmektedir. Samsun civarındaki 110.000 kişi arasında her gün vasati 200 kişi can veriyor. Trabzon, Varna ve İstanbul'a götürülen 4650 kişiden de günde 40-60 kişinin öldüğünü haber aldım." İşte bu suretle peş peşe sürüp gelen felaketlerin ve musibetlerin darbeleri altında inleyen ve eriyen bu kahraman ve faziletkar milletin bedbaht bakiyesi de Dobruca, Bulgaristan, Sırbistan, Arnavutluk, Suriye, Irak gibi daima tehlikeye maruz bulunan ve daima emniyetsizliğin hükümran olduğu yerlere iskân edilmiştir (Berkok, 1958: 529).

Çarın Kafkasya naibi olarak atadığı kardeşi Grandük Mişel, 1864 Ağustosunda Batı Kafkasya sakinlerine şu fermanı tebliğ etmişti: ''Bir ay zarfında Kafkasya terk edilmediği takdirde, bütün nüfus savaş esiri olarak Rusya'nın muhtelif mıntıkalarına sürülecektir:" (Berkok, 526).

işte bu yüzden, esaret ve tabiiyeti en büyük şerefsizlik addeden Çerkesler, güzel vatanlarını terk etmeye mecbur kalmışlardır. Meşhur Rus şair Lermontof bu hakikati bir şiirinde şöyle dile getirir: ''Bu insanlar yurtlarını ve babalarının mezarlarını neden terk ediyorlar? Düşman kuvvetinin zoru ile mi? Hayır! Düşman kuvvetlerinin beraberinde getirdiği esaret zincirinin korkusuyla!" (Berkok, 524).

Rus yönetimi, bölgenin yerli nüfustan arındırılarak boşaltılması hususunda zecri (zorlayıcı) tedbirler alma yanında bir takım kolaylıklar da sağlıyordu. Rus ordusundan ayrılıp gelen ve Osmanlı ordusunda görev alan General Musa Kunduk(ov) Paşa bakınız ne itiraflarda bulunuyor:

''Çeçen reisleri uzun münakaşalardan sonra göçü kabul edip nasıl gerçekleşeceğini sordular. Ben de Gürcistan üzerinden kara yoluyla gideceğimizi ve Rus ordusunun da her türlü kolaylığı ve yardımı yapacağını söyledim... Rus Generali Loris'e gidip 50 bin dönüm kadar olan arazime mukabil 45 bin altın ruble istedim. Derhal ödedi. Fakir muhacirlere sarf etmek üzere ayrıca 10 bin altın ruble daha istedim. Bunu az bularak 20 bin ödedi... Bu şekilde 25 Mayıs 1865'te, aralarında ailem ve akrabalarımın da bulunduğu 3 bin Çeçen aile ile birlikte göç ettik. Geride kalanların tehciri görevini Çeçen mıntıkası naibi reis Sa'dullah'a tevdi etmiştik." (Kundukov, 1978: 67-70).

Modern tarihin en büyük kitlesel nüfus hareketlerinden biri olan Çerkes sürgünü (Henze, 1986: 247) esnasında deniz gibi kan akıtıldı. Gemiye binmek için aç bîilaç kıyıda yağmur çamur içinde, ölüm iniltileriyle bekleşenler, yanaşan gemiye üşüşüp taşıma kapasitesinin çok üzerinde biniyorlardı. Gemiler de daha fazla para alabilmek için çok yolcu alıyor, bu yüzden fazla yol almadan batan gemilere sık rastlanıyordu. 1864 Mayısında, Trabzon'daki Rus konsolosunun yazdığına göre 30 bin kişi açlık ve hastalıktan kırıldı. Gemilerde hastalık alameti gösteren olursa derhal denize atılırdı...1858-1865 yıllarında 493.124 insanın gittiği Trabzon'da bir tek adamın 3050 cariye birden aldığı oluyordu...' (Avksentev, 1984: 61-62).

Üç milyon Kafkas insanını zorla yurdundan süren Rusya, bu mazlum ve mehcur (kendi kaderiyle baş başa bırakılmış, unutulmuş) millet üzerindeki siyasi emellerine son vermiş değildi.

Rus Hükümeti adına General Fadol, Musa Kunduk ile Gazi Muhammed'e şu teklifi sunmuştu: 'Afganistan hududunda Çerkeslerden müteşekkil bir devlet kurmak, Osmanlı Devleti'ndeki tüm Çerkesleri oraya göçürmek, kurulacak devletin Rusya'ya bağlı kalması şartıyla bütün masraflarının Rusya tarafından ödeneceğini garanti etmek.' Her ikisi de bu teklifi reddetmişti. Rusya bu proje ile Afganistan'ı işgal etmekte olan İngilizleri bertaraf etmeyi düşünüyordu. (Kundukov, 12) Göçürülen Çerkeslerin karşılaştığı dayanılmaz zorluklara şahit olan bazı Ruslar bile vicdan azabı duyuyordu. Musa Kunduk Paşanın hatıratına bir göz atalım:

"... insanların perişanlığını hayretler içinde temaşa ettiğimi gören istasyon yetkilisi koşarak yanıma geldi ve gözleri yaşla dolarak dedi ki; 'Ekselans, dünyada bu acıklı manzarayı seyredip de kalbi burkulmayacak insan var mıdır? Allah'tan korkmak lazım. Bu topraklar onların yerleridir. Ne hakla onları bir bilinmezin içine sürüyoruz? Nereye gittiklerini sorduğumda, Osmanlı Devleti'ne diyorlar. Ama nasıl ve ne zaman? Onları neler bekliyor, belli değil. Bu konularda hiç bir bilgileri yok.' (Kundukov, 62-63).

Tehcir sürecinde geri dönme eğilimi

21 Mayıs 1864'te dört asırlık Rus -Kafkas savaşının batı kesimde de mağlubiyetle sonuçlanmasıyla başlayan büyük tehcir süreci uzun sürmemiştir. Osmanlı Devleti'nden dönüp gelen bazı insanların anlattıkları, Paç'e Beçmırza'nın şiirleri, açlık, hastalık ve ölüm haberleri getiren gözyaşı ve hasret dolu akraba mektupları özellikle Kabardey'den göçün devam etmesini engellemiştir. (Berzec, 134 )

Hüseyin Paşa Osmanlı Devleti'nin göçe hazırlıklı olmadığını, bu konuda Çerkesler için hiç bir şey hazırlanmadığını, bu muhacirlerden ilk büyük grubun durumunun ağıt yakılacak derecede perişan olduğunu belirterek ‘önemle rica ediyorum, tehcir meselesinde acele etmeyelim’ demişti.

Tehcir büyük bir hızla devam ederken, bir taraftan da geri dönme eğilimleri baş göstermişti. Türkiye'deki Rus Elçisi İgnatiev'in 21.02.1872 tarihinde Rus Dışişleri Bakanı'na yazdığı gizli bir yazıda, Türkiye'ye göçürülmüş 8500 Çerkes ailenin katlandıkları dayanılması zor-şartlardan şikayetle Kafkasya'ya geri dönmek istedikleri bildirilmiştir. (Berzec, 198)

İskan edildikleri yerlere uyum sağlayamayıp geri dönmeye yeltenen muhacirlerin sayısı o kadar artmıştı ki, Osmanlı hükümeti tedbir alma ihtiyacı hissetmişti. 18 Kanun-ı sani 1789 tarihli emirname ile Çerkeslerin kaçmasına fırsat verecek her hareketin engellenmesi emredilmiş, bu hususta yabancı deniz nakliyat şirketlerine de gemileriyle tek bir Çerkes dahi taşımamaları’ resmi yazıyla bildirilmiştir. (BOA, Hariciye Nezareti , 122/64 )

Bandırma civarındaki Yeni Sığırcı köyüne iskân edilen 300 aileden 150'si, oradaki hayata uyum sağlayamayıp anavatana dönmüştür.
1911'de Hac dönüşünde Şam valisi ile görüşen Canıko Bako; on bin Çerkes o1duklarını, kendilerine hicret etmek istediklerini söyler, vali de memnuniyetle kabul eder. Canıko, Mehmet Hanaşe ile birlikte bir heyet halinde gelip daha önce iskân edilen köyleri gezer, perişan hallerine şahit olur. Kendilerinin iskân edilmesi için belirlenen Kerk tepelerini gezerler. Bu kayalıkları beğenmeyip Ağustos 1911'de deniz yoluyla İstanbul üzerinden geri dönerler, hiç kimse de hicret etmez. (Berzec, 130)

İstanbul'daki Çerkes Teavün Cemiyeti sekreteri hukukçu Tsağo Nuri 1913'te anavatana dönerek Kabardey bölgesinde değişik okullarda Çerkes Dili okutmaya başlamıştı. (Berzeg, 1995: 247)

1991'de kurulan Kafkas Halkları Konfederasyonu'nun (KHK) fahri başkanı Musa Şenıbe anlatıyor: "Annem anlatırdı; Dedem yolda (karşıdan gelen gemidekilerden) Türk'e gidenlerin hastalıktan kırıldığını öğrenince yanındakilerle birlikte denizin ortasından dönüp geri gelmiş.'' (Şenıbe, 1996).

Osmanlı Devleti'nin tehcir ve iskân politikası

Osmanlı Devleti'nin Kafkasya ile ilk temaslarını kurduğu 17. Asırdan itibaren ferdi göçler başlamıştı. Büyük göçten önce Osmanlı ordusunda görev almış yüzlerce subay ve bir kısmı vezirlik yapmış 300 paşa vardı. Osmanlı Devleti Kafkasya'yı hakimiyeti altına almak için bu üst düzey bürokratlardan yararlanmıştır. Musa Kunduk Paşa şöyle anlatır: "Sadrazam ile görüştükten sonra Berzec Hüseyin Paşanın yanına gittim. Wubıkh Ali Paşa da (Hafız Paşanın kardeşi) oradaydı. Bu iki zat Çerkes muhacirlerinin vaziyetini yakından takip ediyordu. Hüseyin Paşa Osmanlı Devleti'nin göçe hazırlıklı olmadığını, bu konuda Çerkesler için hiç bir şey hazırlanmadığını, bu muhacirlerden ilk büyük grubun durumunun ağıt yakılacak derecede perişan olduğunu belirterek 'önemle rica ediyorum, tehcir meselesinde acele etmeyelim' demişti.'' Hüseyin Berzec Paşa 1866'da idam edilmiştir (Berkok, 517).

"Kuruluşundan beri iç problemlerini çözmede tehcir ve iskân metoduna sıkça başvuran Osmanlı Devleti, 9 Mayıs 1857'de tehcir kanununu çıkarmıştır. Bu arada Rus Çarıyla gizlice ittifak etmiştir... Göçenlerin mal, can ve hürriyetleri, sair tüm hakları sultanın garantisi altında idi. Her tür vergiden muaf olarak arazi verilmesi vaat edilmişti. Anadolu'ya yerleşenler 12 yıl askerlikten muaf tutulmuştu. 1860 yılında iskân-ı Muhacirin Komisyonu kuruldu. Bunda ekonomik ve politik çıkarlar gözetilmişti. Buradan anlaşılıyor ki Çerkeslerin göçürülmesi, Osmanlı Devleti'nce planlanmış, sonraları gelişen fiili durumdan çok daha önce programlanmış bir iştir.'' (Karpat'tan naklen Berzec, 47)

Nefy ve iskân, yönetim politikalarından en barizleri olan Osmanlı Devleti (Barkan, 1949-50: 524 vd.) bu tehcir ile yüz yüze kalmış olduğu bir çok problemini halletmeyi de düşünmüştü. (Berzec, 120)

Rusya'nın iskâna müdahalesi

Binlerce yıllık öz yurdundan zulüm ve kanla sürdüğü milyonlarca insanı gittiği yerde de rahat bırakmayan Rusya, onların nerelerde iskân edileceğine de müdahale etmiştir. Rusya'nın 2 Mart 1878'de Osmanlı Devleti ile imzaladığı anlaşmada, Rus hududuna yakın yerlerde iskân edilen Çerkeslerin iç bölgelere götürülmesi hususu üzerinde durulmuştur (Berzec, 126). Nitekim öyle de yapılmış, 150.000 Çerkes bu sefer de Rumeli'den Anadolu'ya göçürülmüştür.

Sürülen Çerkes sayısı

Büyük tehcirle ilgili resmi istatistik bilgilerinin tamamına sahip değiliz. Ancak muttali olunabilen Rus, İngiliz, Fransız ve Osmanlı kayıtlarında 700 binden 2 milyona kadar değişen rakamlar mevcuttur. Osmanlıdaki nüfus hareketlerini inceleyen Obisni İrolitimo 1866'da muhacirlerin bir milyona ulaştığını belirtir (Nartların Sesi, 1980: 15).

Ünlü tarihçi Kemal Karpat, 1859-1879 arasında göçürülen Kafkasyalıların, çoğu Çerkeslerden oluşmak üzere 2.000.000 civarında olduğunu, sağ salim Osmanlı Devleti'ne ulaşan muhacir sayısının ise 1.500.000 olduğunu belirtir (Karpat, 1995: 69). Kafkasya'nın hürriyet mücadelesi konusunda değerli bir eser yazmış olan Hızal da tehcirin 1.500.000 Kafkasyalının yurdundan sürülmesiyle sonuçlandığını belirtir (Hızal, 1961: 49).

Ancak; Kafkasya'da yaşanan iç tehcirleri, Sibirya ve Orta Asya'ya sürülenleri, Balkanlardan Anadolu'ya, Bandırma civarından Güneydoğuya göçürülenleri, Yahudi -Arap savaşında Golan bölgesinin işgali üzerine Kunaytıra'dan sürülenleri de hesaba kattığımızda, kelimenin hakiki anlamıyla yurdundan sürülen Çerkes sayısı üç milyonu aşmaktadır.

Çerkes Muhacereti (Diasporası)

Çerkeslerin Kafkasya dışında en yoğun yaşadığı yerler, başta Türkiye olmak üzere, Suriye, Ürdün, Filistin, Mısır, Yugoslavya, bazı Avrupa ülkeleri ve Amerika gibi çok farklı ülkelerden oluşmaktadır. Varna'da halen dört Çerkes köyü vardır ve özel kıyafetlerini ve dillerini muhafaza etmektedirler. Trablusgarp'a (Libya) bir defada 1000 aile gönderilmiş olduğu arşiv belgesi ile sabittir. Irak, Endonezya gibi hiç tahmin edilmeyecek ülkelerde dahi Çerkes varlığına rastlanmaktadır. Mısır'da üç asırdan fazla hüküm süren Çerkes Memlükleri ise: ayrı bir araştırma konusudur.

Sürgünün açtığı derin yaralar

"Tehcir operasyonu, binlerce yıllık Kafkas tarihinin en mühim hadisesidir. Bu olay Kafkasyalıların sosyal yapısını, ekonomisini ve politikasını menfi yönde etkilemiştir."(Berzec, 129)

Aynı kanaati paylaşan ve 1864 büyük sürgününün Çerkes toplum yapısında son derece büyük tahribatlara yol açtığını belirten din bilgini Meretowkoe Nuh, Çerkes Tarihi adlı eserinde, gerek 1864'te, gerekse daha sonra devam ederek 1878, 1888, 1890 ve nihayet 1900 yıllarında Osmanlı Devleti'ne vuku bulan göç hareketlerini tenkit etmekte ve vatanın toplu şekilde boşaltılmasının meşru bir gerekçesi olmadığı görüşünü savunmaktadır (Mertuki, 1912: 34, 61).

Büyük Çerkes sürgününün Adıge toplumunun sosyal yapısını derinden etkileyen sonuçlarından biri de, çok sayıda Adıge insanının köle ve cariye olarak satılması olmuştur ki bu olgunun yansımalarını, Ahmet Midhat, Abdülhak Hamit, Sami Paşazade Sezai, Mizancı Murat gibi kendisi veya annesi Çerkes olan bir çok Osmanlı aydının eserlerinde açıkça görmek mümkündür. (bkz. Parlatır, 1987: 31 vd.)

Kaynakça

-Avkscntcv, A., İslam na Sevemom Kavkaza, Stavropol, 1984.
-Barkan, Ö. L., 'Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskân Kolonizasyon Metodu Olarak Sürgünler', İ.Ü.İ.F. Mecmuası, c. 11, s.l-4, İstanbul 1949-50, s.524 vd.
-Berkok, İ., Tarihte Kafkasya, İstanbul, 1958.
-Berzec, N., Tehcîru'ş -Şerâkise, (Arapçaya çev. İsamu'1 -Hasen), Amman, 1 986.
-Berzeg, S. E., Kafkas Diyasporasında Edebiyatçılar ve Yazarlar Sözlüğü, Samsun 1995.
-BOA, Hariciye Nezareti, c. 122, dosya no: 64.
-Gezgin, M. F.,İşgücü Göçü ve Avusturya'daki Türk İşçileri, İ.U. Yayınları, İstanbul, 1 994.
-Henze, P., 1986, s. 247'den nak. Edris Abzakh, ‘Circassian Home Page’, İntemet, (http.//www.geocities.com./CollegePark/234 1/).
-Hızal, A. H., Kuzey Kafkasya Hürriyet ve İstiklâl Davası, Orkun Yayınları No: 4, Ankara 1961.
-Karpat, K. H., Ottoman Population 1830-1914, Wisconsin, 1995.
-Kızılçelik, S., Erjem, Y., Açıklamalı Sosyoloji Sözlüğü, Atilla Kitabevi, Ankara, 1994.
-Kundukov, M., Anılar, çev. M. Yağan, İstanbul 1978.
-Mertûkî, N., Nûru'l-Mekâbis fî Tevârîhi'l-Çerâkis, Kerimiyye Matbaası, Kazan, 1912.
-Nartların Sesi Dergisi, Sayı. 16, Ankara, Şubat 1980,s.15.
-Şenibe Musa ile Röportaj, Nalçik, 01.10.1996.
-Parlatır, İ., Tanzimat Edebiyatında Kölelik, TTK Yayınları, Ankara, 1987 .
-Uysal, H., İnsan ve Toplum Bilimleri Sözlüğü, Uysal Kitabevi, Konya, 1996.

KAFKAS VAKFI BÜLTEN, OCAK 2002

Çerkesler Kimdir ?


Çerkesler Kimdir ?
Çerkesler Kafkasyada yaşayan bir topluluktur. Kökenleri konusunda birkaç değişik görüş vardır. Son araştırmalar ataları olarak Meot-Sindler'e dayandırır. Sakalar(= İskitler), Thraklar, Kimmerler, Kassitler, Hazarlar gibi kavimlerle çağdaştırlar. Bölgenin kurganlardaki buluntular, Sümer ve Hitit uygarlıklarıyla kimi benzerlikler gösterdiği dikkate alınırsa, İ.Ö. en az ikibinli yıllarda tarih sahnesine çıktıklarını söyleyebiliriz. Daha çok Kafkasyanın kuzeyinde dağlık bölgelerinde, küçük gruplar halinde yaşadıklarından, dillerinde farklılıklar oluşmuştur. Birçok kavimlerin geçit yolu üzerinde olmalarına rağmen varlıklarını günümüze kadar sürdürmüşlerdir. Bu nedenle bugün bile Kafkasyada halen, irili-ufaklı cumhuriyetler ve özerk bölgeler vardır. Belli başlı 12 ana grup, 7 Cumhuriyeti ve birkaç özerk bölge halindedirler. Dil özellikleri birçok dilbilimcinin araştırma konusu olmuştur. Fransız araştırmacı George DUMEZIL ekibiyle en kapsamlı incelemeler yapmış ve özel bir enstitü kurmuştur.
Çerkes sözcüğünün çok sayıda yorumu yapılır. Farsça “Dört adam” anlamına gelir. Bir diğer söylenceye göre de, Türkçe veya Tatarca olduğu, çer “yol”, ve kesmek sözcüklerinden geldiğidir. Çerkeslerin kendileri bu sözcüğü efsanevî yönden Küçük Asya(=Anadolu)'ya dayandırır: “--İki kardeş, Ker(veya Çer) ile Kes, eskiden Küçük Asya'da oturuyorlarmış. Ne türden olduğu bilinmeyen olaylar sonucu
ülkelerini terk etmek zorunda kalıp Kafkasya'ya gelmişler ve çerkes halkına adlarını vermişlerdir.” Diğer yandan, çerkeslerin eskiden bu adı taşımadıkları ve kendilerine geleneksel olarak “Adighe” dedikleri söylenir. Çerkes anlatılarında kökeni belli olmayan bir halkın çok eski zamanda, Küçük Asya'da Sinop yakınında yaşadığı söylenmektedir. Bu halk ateş ve demirciler tanrısı Tleps veya Lepch ile ormanlar tanrısı Moezitha'ya tapınıyormuş. Bu söylence ile Nuh tufanının son araştırmalara göre aslında Ağrı dağı civarında değil, Sinop civarında oluştuğu dikkate alınırsa, nedeni bilinmeyen ve ülkelerini terke neden olan olayın Nuh tufanı olduğu düşünülerek, bağlantı kurulabilir. Coğrafya bilgini Strabon'a göre Amazonlar, Kuzey Kafkasya'da Gargarların yakınında, yani Çeçen-İnguş ülkesinde yaşamışlardır. Grek mitolojisinde de Giresun civarından Kafkaslara uzanan kuşak üzerinde gösterilmektedir. Mâze sözcüğü çerkes dilinde “Ay” anlamına geldiği, Amazon'un ay gibi güzel savaşçı kadın anlamı çıkarılır.
Çerkesler Kimdir ?
Ayrıntılı bilgi için bak: “Çerkeslerin Kökeni- Prof.Dr. Aytek NAMITOK
Çerkesleri genel olarak üç ana grupta toplarsak:
1-ADİGHELER : Kendilerini asıl çerkes kabul ederler ve iki bölümdürler:
A) Kiakhlar Kafkasyanın kuzeybatısındadırlar ( -Bjeduğ, Abzakh, Şhapsığ-Natkoy, Kemirkoy, v.b.)
B) Şhaghlar Kafkasyanın kuzeydoğusunda, yukarısında (- Kabartay, Besleney, v.b)
2- UBIKHLAR : Shagoache ile Pcheha kaynaklarında ve Karadenizin kıyılarında yaşarlar.
Kuzeyde ve Doğuda Natkoylar, Agoylar ve Abzakhlar, Güneyde ise Abkhazlar ile çevrili
bulunan Ubıkhlar, Adighe ile Abkhaz arasında bir halktır.
3- ABKHAZLAR : Asıl Abkhazlar ve Abazalar olmak üzere iki gruba ayrılabilirler.
Bzibeler, Akhipseler, Aybgalar, Zamballar, Khirpisler, Tchajiler, Sadzeler bu gruba
girerler.

Balkanlarda Türk Olmak

 

.....:::::Arda nehri:::::.....
 
 
.....:::::Kırcaali barajı:::::..... 
 
.....:::::Kırcaaliden bir Türk:::::..... 

.....:::::Balkanlarda Türk Olmak:::::.....

*Stranca ötelerinde, sert esen bir rüzgârla geldim dünyaya... 
Şanım şerefim: Türk olmak. 
Suçum yine aynı: Türk olmak. 

Bir başkadır Balkanlar'da Türk olmak Ey Anadolu! 
Kalemim kırılır acıdan,yazmaya kalksam. 
Kelimeler dayanmaz,kelimeler yetmez... 
Anlatmaya kalksam. 

Türklük uğruna ne destanlar yazıldı da, 
Kırcaali'de,Deliorman'da,Tuna'da... 
Sorsan,kimsenin haberi yoktur bunlardan. 
Oysa yaşıyorlar, 
Her biri,Türk'ün kalp atışlarında. 

Zor günlerdi...Ey Anadolu,çok zordu yaşananlar... 
Kılıç yarasından beterdi,yüreklere saplanan acılar. 
Yine de dayandı hepsine Türk'ün çevik yüreği... 
Ölmeyi denedi de,dili bir türlü; 'Ben Bulgarım'diyemedi. 

Ne işkenceler çekti nice şanlı yürekler,bir bilsen... 
Ateş üstünde yürümek mi dersin, 
Kan ter içinde dövülmek mi dersin... 
Yolda yürürken,bir türkü mırıldanmışsın gönlünce... 
Para cezası yemişsin. 
Üstelik onların istediği gibi de giyinmemişsin... 
'Adın ne? 'diye sorduklarında, 
'Ben Türküm! 'diye cevap vermişsin. 
Bulgar olduğunu iddia ettiklerinde de, 
Şiddetle inkâr etmiş, 
Ve...zindana mahkûm edilmişsin. 

Ah Anadolu,bir bilsen... 
Nasıl mahrum ettiler bizi ezan sesinden. 
Ramazanda davul sesinden, 
Bayramlarda çocukların sevincinden, 
Düğünlerde bir parça musikiden, 
Adımızdan,şanlı Türk adımızdan... 
Nasıl da mahrum ettiler. 

Konuşmamızdan tut da,kılık kıyafete kadar. 
Okunan kitaplardan,dinlenen plaklara kadar. 
Örf ve âdetlerden ibadetimize kadar karıştılar. 
Türk olmayı,hep yasakladılar! 
Çünkü korkuyorlardı Ey Anadolu, 
Korkuyorlardı Türk'ün şanlı adından. 
O kadar ki, 
Tarihimizi bile bizden kıskandılar. 

Türk,hiçbir zaman kanmadı onların yalanlarına, 
Leke sürdürmedi hiç,altın tarihinin sayfalarına. 
Gurur duydu hep, 
Fatih Sultan'la,Mustafa Kemal Paşa'yla... 
Geceler boyu bölündü uykuları, 
Gâvurun yarattığı o yok yere sancıyla. 

Türk, hiç yılmadı Anadolu; 
Türklüğünü son nefesine kadar korudu. 
O,doğduğu günden zaten biliyordu: 
Şanı şerefi:Türk olmak. 
Suçu yine aynı:Türk olmak. 

İşte böyle Anadolu, 
Bir destandır Balkanlar... 
Karış karış toprağı aralasan, 
Toprak anlatır sana,çekilen acılardan... 
Bir haber verir,kasırga misali esen rüzgârdan... 

Benim adım 'Türk! 'Anadolu, 
Bir başkadır Balkanlar'da Türk olmak. 
Bir başkadır Balkanlar'da suçlu olmak! 

Sen bilemezsin,en asil suçtur bu, 
Eşi benzeri yoktur dünyada... 
İşte bu yüzden,sakın 'Bulgar' diye hitap etme bana! 
Çünkü bir sancı çektim ben,bilemezsin... 
Strancaların çook arkalarında... 
Çünkü senelerce hasret kaldım ben, 
Senin şefkat dolu kucağına. 

Kızdığım bundandır işte sana! 
Ne zaman ki, 'Bulgar' diye hitap ediyorsun bana. 
Ben,Türk olmanın bedelini su gibi içtim oralarda,kana kana! 
Şimdi tek isteğim,haykırmak Türklüğümü... 
Senin çorak topraklarından bütün cihana. 

Hey Dünya! 
Ben bir Türküm. 
Bir zamanlar en büyük suçumdu bu benim. 
Aynı zamanda,içimde yaşattığım ebedi gururumdu. 
İşte şimdi haykırıyorum sana! 
Ben bir Türküm! 
Mustafa Kemal'in yolunda, 
Şehit kanlarıyla yoğrulmuş Ay Yıldız'ın altında. 
Bir Türküm ben, 
Varım yoğum kalmış Strancaların ardında... 
Yaşıyorum şimdi gönlümce, 
Bahar yağmurlarının ıslattığı Anadolumda. 

Ve ben,Stranca ötelerinde 
Sert esen bir rüzgârla geldim dünyaya! 
Şanım şerefim:Türk olmak. 
Suçlu değildim ben hiçbir zaman. 
Masumluğumun tek bir simgesi vardı benim, 
O da:TÜRK OLMAK! 

*Stranca:Yıldız Dağları 

BULGARİSTAN’DAKİ TÜRKLERİN 1989’DA TÜRKİYE’YE GÖÇÜ, GÖÇÜN ÖNCESİ VE SONRASI

BULGARİSTAN’DAKİ TÜRKLERİN 1989’DA TÜRKİYE’YE GÖÇÜ, GÖÇÜN ÖNCESİ VE SONRASI

1989 Göçünün Öncesinde Türklerin Durumu :

- 1878’de Kurulan Bulgaristan Prensliğinde Türklerin Durumu :

’93 Savaşını müteakip, Berlin Andlaşması’nın imzalanışının ardından sonra Türkler savaştan önce hakim oldukları Bulgaristan’da kendilerine sorulup fikirleri dahil alınmadan, tabi durumuna geçmişlerdir. Çoğunluk oldukları bu yörelerden azınlık durumuna düşürülebilmek için de başta Ortodoks Rusya olmak üzere, bütün Hıristiyan Avrupalıların ektikleri ve Müslüman Türklere karşı olan haksız kin tohumlarının dürtüsüyle, gerek yerel idareciler tarafından ve gerekse zalim komitacılar eliyle; Berlin Muahedesi’nin Türk haklarını ve varlığını koruyan tüm maddelerine rağmen, her çeşit zulme ve katliama maruz bırakılmışlardır. 2200 yıllık tarihinde hiçbir galip Türk Devleti’nin yerli halka reva görmediği bir tarzda, Bulgarlar Hıristiyan aleminin önünde işgal, sonrasında binlerce Türkü kurşuna dizmişler, hamile kadınları katletmişler, köyler dolusu ahaliyi camilere doldurup yakmışlardır. Bütün bu olaylar sonucunda bir milyon Türk yerinden yurdundan olmuş, sadece Ocak ayında maddi olarak ve manen yıkılmış, 200,000 kadar insan kitlesi barınmak üzere İstanbul’a akın etmiştir. Bu savaş sonucunda Bulgaristan’dan toplam bir milyon Türk nüfus, varını yoğunu terk ederek anavatana göç etmiştir. Geride kalan Türkler bu katliamlar ve zorunlu göçlerden ötürü artık Bulgaristan‘da azınlık durumuna geçmişlerdir.Savaş yaralarının sarılmasının ardından yeni kurulan prenslik, Belçika Anayasa’sını örnek aldığından, idare şekli bakımından görünüşte demokratik bir prenslik haline gelmiştir. Batı’dan yardım gören memlekette, iktisaden kalkınma hamlesi başlamış ve Türk asıllı halkın oylarını kazanmak için bazı partilerinde Osmanlı Devleti ile dostluk siyasetine önem vermesi sonucunda, Türklere bir takım haklar tanınarak, özellikle kültür bakımından, bağımsız olarak bağımsız gelişmelerine imkan verilmiştir. 

1908 Meşrutiyeti’ne kadar süren bu devir, Bulgaristan Türklerinin, Bulgar idaresinde en rahat yaşadıkları zaman olarak adlandırılabilir.- Bağımsız Bulgaristan’da Türkler.23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra ortaya çıkan siyasi karışılığı fırsat bilen Bulgaristan Prensliği, 5 Ekim 1908’de krallık (İlk kuruluşu 681’dir.) ilan ederek Osmanlı Devleti’nden ayrılmıştır ve bu olayı takibende Bulgaristan’da yaşayan Türklere karşı sosyal ve kültürel bakımdan baskılar başlamıştır. Bu oluşumlar sonucunda Osmanlı Devleti Bulgaristan ile Rumeli’deki Türklerin Berlin Andlaşması ile verilmiş olan haklarının tekrar teyidi gayesiyle yeni bir anlaşma yapmıştır.

1909 İstanbul Protokolü ve Sözleşmesi (19 Nisan 1909) :

Türklerin Bulgar halkıyla eşit haklara sahip olmalarını öngörmüştür.Bu anlaşmaya rağmen Türklere baskılar devam etmiş, birkaç yıl sonra ortaya çıkacak olan Balkan Savaşını hazırlayan saldırı ve cinayetlerin sonu gelmemiştir.

1912-1913 Balkan Savaşı’nda Türkler :

Yukarıda da belirtildiği üzere Osmanlı Devleti 8 Ekim 1912’de Rusya’nın çeşitli politikalarla kışkırttığı Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ devletçikleriyle savaşa girince ve beklenmedik bir şekilde savaşı kaybedince, Türkler Anadolu’dan sonra 550 yıldır kendileri için ikinci yurt haline gelen Rumeli’yi bırakarak sınırlarını Meriç Nehri’ne kadar çekmek zorunda kalmışlardır. Sonrasında ise Rumeli Türkleri ’93 Harbi sonrasından daha beter felaketlerle karşılaşmıştırlar. Türkler tüyler ürpertici seri cinayetler yüzünden birçoğu yeniden herşeylerini bırakarak, ve yollarda yok ola ola anayurda göç etmek zorunda kalmışlardır.Balkan Savaşı 30 Mayıs 1913 Londra Muahedesi ile sona ermiş olmakla birlikte Bulgarlar her türlü işkenceyle binlerce sivil Türk’ü kadın, ihtiyar, çocuk ve bebek dahil olmak üzere katletmişlerdir. Elimizden bu savaş sonucunda çıkmış olan Rumeli’nin Bulgaristan kesimindeki topraklarda yaşayan soydaşlarımızın kaderi, o günlerdeki Bulgar yöneticiler tarafından uzun vadeli bir plan olarak daha o tarihlerde çizilmiştir. 

Bulgar Genel KurmayHarekat Dairesi Başkanı Protoyerof’un Bulgaristan Türkleri’nin yok edilmesine yönelik olarak hazırlattığı plana göre, soydaşlarımız üzerinde uygulanacak baskılar beş madde üzerinde toplanmıştır :

- Kültür yönünden eritme- Soykırım ile yok etme- Göçe zorlama- Ülke içinde zorunlu iskan- Sınırdışı uygulaması

Bu baskılar 1912’den beri büyük bir titizlik, dikkat, süreklilik ve kesinlikle uygulanmakta, çeşitli maddelerde dış dünyaya sızacak olaylara meydan vermeden hedefe ulaşmak için daha önce de değinildiği üzere bazı psikologlar tarafından bilimsel tekniklere dayandırılan sinsi ve daha etkin yöntemlerle geliştirilmektedir. 1913’te Balkan Savaşı sona erdikten sonra Osmanlı Devleti ile Bulgaristan arasında Bulgaristan’daki Türkler’in durumuyla ilgili yeni bir andlaşma daha yapılmıştır.

29 Eylül 1913 İstanbul Barış Andlaşması :

Bu Andlaşmada Türklere bir önceki andlaşmayla sağlanan temel hak ve özgürlükler teyit edilmiştir.

1914-1918 Birinci Dünya Savaşında Türklerin Durumu :

Bulgarlar İttifak Devletleri yanında savaşa girmiştir ve dolayısıyla Osmanlı Devleti ile de ittifak olmuşlardır. Bu ittifak gereği Türk ordu birlikleri 1878’den sonra ilk defa Bulgaristan’a müttefik sıfatıyla girerek, Bulgarlarla birlikte Rusların Romanya’da açtıkları cephede savaşa katılmışlardır. Kaybedilen I. Dünya Savaşının ardından 1918’de Bulgaristan’da idareyi yeni kurulan Çiftçi Partisi ele almıştır. Bu parti için en büyük desteği köylüler oluşturduğu için Türk köylüsüne bazı haklar tanınmış ve Bulgar Meclisi’ndeki Türk milletvekillerinin sayısı artmıştır. I. Dünya Savaşı sonrasında İttifak devletleri ile Bulgaristan arasında azınlıkların haklarını düzenleyen bir anlaşma imzalanmıştır.

27 Kasım 1919 Neuilly Barış Andlaşması :

Bulgaristan’da yaşayan azınlıklara din, dil, ırk ve milliyet ayrımı gözetmeksizin tam bir eşitlik sağlamıştır. Böylece, bu andlaşma soydaşlarımızın da ulusal ve dinsel özelliklerini güvence altına alan belli başlı uluslararası andlaşmalardan biridir.Bu esnada Kurtuluş Savaşı yapılmış ve 29 Ekim 1923’de padişahlık ve saltanat kaldırılarak misak-ı milli hudutları içerisinde Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. 1923 yılında Bulgaristan’da ise yeni doğan faşist cereyanın idareyi ele alması sonucunda önce çiftçilere, bunu takiben komünist ve sol görüşlü partilere karşı büyük bir mücadele başlamıştır. Günden güne kuvvetlenen bu faşist rejim, zamanla Türklere karşı olan tavrını da değiştirmiştir ve “Bulgaristan Bulgarlarındır.” politikasını ortaya atmıştır.Türk okullarına karşı daha sıkı bir kontrol, Türk vakıflarına ve kültür kurumlarına da gayri-kanuni bir politika izlemiştir.Bu olaylar esnasında Türkiye Cumhuriyeti ile Bulgaristan arasında bir dostluk andlaşması imzalanmıştır.

18 Ekim 1925 Türk-Bulgar Dostluk Andlaşması :

İki hükümet azınlıkların korunmasına ilişkin olarak Neuilly Andlaşmasında yazılı hükümlerin tümünden Bulgaristan’daoturan müslüman azınlıklarını ve Lozan Andlaşmasında yazılı hükümlerin tümünden Türkiye’de oturan Bulgar azınlıklarını yararlandırmaya karşılıklı olarak yükümlenirler.81 yıldan beri yürürlükte olan bu andlaşma protokollerinde soydaşlarımızın azınlık hukuku güvence altına alınmıştır. Bulgaristan’daki Türkler, Türkiye’deki bütün gelişmeleri her zaman yakından takip etmiştir.Örneğin; Türkiye dışında latin alfabesini kullanmaya başlayan ilk Türk grubu onlardır (1928).1934 yılında Hitler hayranı Kral Boris parlamentoyu feshederek diktatörlüğünü ilan edince bahsedilen çeşitli andlaşmalara rağmen iki yıl içinde ülkedeki Türk okullarının sayısı 1700’den 500’e kadar inmiştir.

- Bulgaristan Halk Cumhuriyeti’nde Türklerin Durumu :

II. Dünya Savaşı sırasında Rusların izlediği politikalar sayesinde Bulgaristan’da bir iç savaş baş göstermiştir ve bununda yardımıyla Ruslar 9 Ekim 1944’de Bulgaristan’ı işgal etmişlerdir. Kral Boris ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır ve Bulgaristan Almanya’ya karşı savaşmak zorunda kalmıştır.Bu savaşlar sırasında oradaki Türkler de Bulgarlar gibi cephede savaşmak zorunda kalmıştır. II. Dünya Savaşı sonrasında 1946 yılında referandum yapılmış ve Bulgaristan, Halk Cumhuriyeti halini alarak Demir Perde ülkeleri arasına katılmıştır.

Çiğnenen Andlaşmaların ilk 40 yılı (1944-1984) :I

I. Dünya Savaşından sonra iktidara gelen komünist rejim, Türklere şirin görünmek ve kendilerine bir takım haklar tanıma yoluna gittiği izlenimi uyandırmak için Türk okullarının sayısını 1200’e kadar çıkarmıştır.Ayrıca Türkçe kitaplar bile bastırmıştır.Bulgar propaganda kayıtlarında 1949-1950 ders yılında 3031 öğretmenin okuttuğu Türk öğrenci sayısının 100,376 olduğu belirtilmiştir. Yalnz bu okulların özel azınlık okulu olmaları gerekçesiyle giderleri soydaşlarımız tarafından karşılanmıştır. Bunun içinde vakıf gelirleri büyük bir kaynak oluşturmuştur.

II. Dünya Savaşını takiben Bulgarların insan hakları üzerine imzaladığı birçok andlaşma vardır :

- 1945 Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi’ne Bulgaristan imza koyarak, savaş esnasında bozulan sosyal denge yeniden Türklerin lehine düzenlenmiştir.Bu anlaşmadaki imza kurumadan komünist rejim ilk günlerde takındığı maskeyi çıkararak 12 Ekim 1946’da çıkarttığı yasa ile Türklere ait okul, cami ve vakıfları kamulaştırmıştır. Böylece Bulgaristan Türklerini eğitimine bir ölümcül darbe vurulmuştur. Türklere karşı uygulanan bu eritme politikasının hemen ardından Bulgaristan göstermelik olarak bir takım andlaşmalar daha imza atmıştır. - 1947’de Bulgaristan ile yapılan andlaşmaya göre bu devletçe insan hakları ile ilgilihükümlere uyulacağı belirtilmiştir.- 1948’de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesine göre ırk, din, dil ve milliyet farkı gözetmeksizin bütün insani haklar teminat altına alınmıştır.- 1948 Jenosit Sözleşmesi ile milli, etniki, ırki veya dini bir grubu kısmen veya tamamen imha etmek maksadıyla işlenen fiillerin suç olduğu belirtilmiştir.Yukarıda da belirtildiği gibi Bulgaristan hem Türkiye ile yapılan hem de milletler arası anlamda yapılan andlaşmalara gözünü kırpmadan imza atarken diğer taraftan prensliğinin kurulmasıyla başlayan Türk’ü yok etme politikasına hiç ödün vermeden devam etmiştir.Andlaşmalara rağmen anlaşma hükümleri Bulgaristan tarafından hayasızca çiğnenerek hiçbir gerekçe gösterilmeden çok sayıda Türk birdenbire Türkiye’ye göç ettirilmiştir. Olayların gelişimi sırasında Türkiye’de iktidarda olan Demokrat Parti Bulgarlarla masaya oturarak bir göç anlaşması imzalamak zorunda kalmıştır.1950-1951 Türkiye Bulgaristan Göç Anlaşması, Bulgaristan Türklerinin Türkiye’ye göçleri ile parçalanmış ailelerin birleştirilmesine dair en kapsamlı anlaşmadır. 155,000 soydaşımızın Anavatana göç etme imkanını bulduğu anlaşmada göçmenler devlet eliyle ve programlı bir şekilde yerleştirilerek, kısa zamanda üretici duruma geçmişlerdir.İmzaladığı andlaşmaların hükümlerini çiğnemekte hiçbir sakınca görmeyen Bulgaristan 1953’te Bulgar ve Türk okullarının birleştirilmesi operasyonunu başlatmıştır ve operasyon 1959 yılında son bulmasıyla Bulgaristan’daki Türk okullarının varlığı tarihten silinmiştir.Okulların yanı sıra 500 yıldan beri cami, okul, medrese, çeşme vs gibi ortak kuruluşların gelir kaynağı olna vakıfların geri kalanlarına da el konulmuştur.Bunun üzerine oradaki Türklerimiz ayaklanmıştır ve 1961 yılında Türkiye ile Bulgaristan ilişkileri gerginleşmiştir..Aynı yılın Eylül ayında Türkiye Bulgaristan’ın Bulgaristan’da yaşayan Türklerin milletlerarası andlaşmalarla teminat altına alınmış haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle Bulgaristan’a bir NOTA vermiştir. Bundan sonra 1964’te Türkiye Dışişleri Bakanının Moskovaya ziyareti ile Türk-Bulgar münasebetleri düzelmiştir. 1966’da Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi ve Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi imzalanmıştır. Bu sözleşmelere göre Türkiye ile Bulgaristan’ın imzaladığı her iki sözleşmede milletlerarası planda ırk, dil, din, renk ve cinsiyet ayrımı gözetmeden bütün insan hakları teminat altına alınmaktadır. 23 Mart 1968’de Ankara’da imzalanan ve 14 Ağustos 1969’da yürürlüğe giren ‘Yakın Akraba Göçü Andlaşması’ 1951 yılına kadar akrabaları Türkiye’ye göç etmiş olanların Türkiye’ye göçlerini sağlamış, Türklerin azınlık haklarını yeniden teminat altına almıştır.Halk demokrasisi yönetimli sosyalist bir ülke olduğunu iddia ederek tüm vatandaşlarının yasalar önünde eşit olduğunu belirten Bulgaristan’ın bu yeni rejimi 1945 yılından beri bir önceki faşist idarenin çizdiği çizgi üzerinde en ufak bir aksama yapmadan tedricen ve sistemli bir şekilde Türk azınlığını eritmek ve yok etmeyi kendine tek hedef olarak çizmiş, bundan başka hiçbir gayesi yokmuş gibi gözünü bürümüş bir hırsla kendi vatamdaşı olan Türklere saldırmaya devam etmiştir. 17 Temmuz 1970 tarihinde çıkardığı ve Dünya tarihinde eşine rastlanmamış 549 sayılı yasa ile Türklerin ve diğer tüm azınlıkların adlarını Bulgarca adlarla değiştirme operasyonunun ilk adımını atmıştır. Ancak bu yasanın Türklere uygulanması bir süre geciktirilerek işe önce diğer azınlıklardan başlanmıştır. Bulgaristan, memleketinde yaptığı bütün bu olup bitenlere rağmen bazı uluslararası sandlaşmalara daha imza atmıştır.- Helsinki Nihai Senedi ile düşünce, din, vicdan ve inanç hürriyeti dahil olmak üzere, temel insan hakları ve hürriyetleri teminat altına alınmıştır.- 3 aralık 1975 Türkiye ile Bulgaristan arasında iyi komşuluk ve işbirliği esaslarını belirleyen Deklerasyon, düşünce, din, vicdan ve inanç hürriyeti dahil, bütün insan haklarına ve temel hürriyetlere saygıyı vurgulamaktadır.- 11 Temmuz 1979’da Antalya’da imzalanan Türkiye Bulgaristan Vize Anlaşması’nın 8. maddesi akraba ziyaretlerini düzenlemektedir.

Çiğnenen Andlaşmaların son 5 yılı (1984-1989) :

Bulgaristan’da zamanın Dışişleri Bakanı Ivan Ganev ‘Bulgaristan’a Bir Bakış’ adlı kitabının 7. sayfasında aşağıdaki demeci vermektedir : 

... Bulgaristan, ayrı ayrı toplumsal düzenlere bağlı ülkeler arasında barış içinde yanyana yaşama politikasının aktif bir destekçisi olmuştur.Bulgaristan’daki sulhperver resmi ağızın ne derece samimi olduğu en azından kendilerini bağlayan son 45 yıldır Halk Cumhuriyeti sürecinde Türkiye ile veya uluslararasında imzaladığı andlaşma, anlaşma ve bulgar anayasasının açık ve kesin hükümlerine rağmen, uygulamaları yukarıda özetlendiği üzere ortadadır. Tarihi kader çizgilerinden dolayı oraları yurt edinmiş ve kapı komşusu Türkiye Cumhuriyeti’nin soydaşları olan Türk asıllı vatandaşlarına karşı dünyanın gözü önünde son 5 yıldır topyekün kültür cinayeti işlemekten hiç kaçınmamaktadır. Faşist balkan milliyetçiliğinin politikası , Türk yönetiminin ve Türklüğün izlerini Rumeli’den silip kaldırmaktı. 45 yıllık Halk Cumhuriyeti de insanlık bakımından bir öncekinden hiçbir şekilde farklılık göstermemiş, belirtildiği üzere bir yandan güler yüzle her türlü andlaşmaya imzasını koyarken diğer yandan büyük bir umursamazlıkla verdiği sözün tam tersini yapmaktadır. Kurduğu dehşet düzeni içerisinde bütün baskı operasyonlarını asker, polis ve gizli servis kökenli binlerce bulgar görevlisi vasıtasıyla yönetip yönlendirmiştir ve uygulama alanına koymuştur.

Bulgaristan’ın 45 yıldır Türklere karşı yönelttiği baskılarının son beş yılda insanlık dışı dayanılmaz boyutlara nasıl ulaştığını, son yasakların anahtarlarını ve özelliklerini inceleyelim :

Bulgaristan’da bütün Müslüman Türklerin adları 1984 Aralık-1985 Mart döneminde zorla Hıristiyan Bulgar adlarıyla değiştirilmiştir.Ad değiştirmeye gerekçe olarak da Bulgaristan’daki bütün Türklerin aslının Bulgar olduğu ve bu nedenle hiç vakit kaybetmeden özlerine dönmeleri gerektiği vurgulanmaktadır. Halbuki Bulgarlar Türk kökenliğidir, her aklıselimin bildiği gibi(Bulgarlar, tarih dünyasında da kabul edildiği üzere Hun Türkleri ve Ogur-Oğuz- Türklerinin karışmış ve hıristiyanlığı kabul ederek oluşmuş topluluklardır). Bu olay Türkleri gerçekten can evinden yaralamıştır çünkü Türk töresinde adın büyük önemi vardır. Bu yüzden başlatılan ad değiştirme kampanyası büyük bir zulüm örneğidir.Bulgaristan’da Türkçe konuşmakta tamamen yasaklanmıştır.Türkçe konuşan Türk para cezasına çarptırılmakta ve verdiği cezanın yanı sıra sokak ortasında tahkir edilerek aşağılanmakta, itilip kalkılmakta, diklendiğinde ise karakola alınmaktadır. Bu konuda öyle ileri gidilmiştirki daha sonraları bunun üzerine hikayeler oluşturulmuştur. 

Hikayeye göre ;“Bir talebeye sorarlar, dünya üzerinde en kıymetli dil hangisidir diye ve talebe hemen cevap verir,

- Dünya üzerinde eğer en değerli dil varsa o da Türk dilidir, demiş. Muallim,- Niye? diye sorduğunda çocuk,- Bir kelimeye babam 20 leva ödemiş dünkü gün, demiş”
Bu baskılara rağmen birçok Türk, Türkçe eğitim görmemekle birlikte, evinde aile arasında Türkçe konuşmaya devam etmiştir.Bulgarların ‘Türk dilini yok etme savaşı’na karşı soydaşlarımızın gösterdiği kahramanca direniş her türlü takdirin üstündedir. Bulgarın 20. yüzyılın yarısında Türkçeye dolayısıyla Türke açtığı savaş alışılagelmiş sıcak savaşlardan değildir. Mahimiyeti ve yöntemi farklı fakat hedefi her savaşta olduğunun aynıdır. Ancak Bulgarın beklemediği bir dirençle karşılaştığı Türk camiası içinde sert bir kültür noktasına çarptığı da bir gerçektir. Planladığı süre içerisinde istediği hedefe ulaşamayan Jivkov ve Kuliçev de zaman zaman ters çıkışlar sergilemişlerdir. Bulgar anayasasının 457. maddesi bulgar soylu olmayan vatandaşlarının bulgarca ile birlikte kendi dillerininde eğitim hakkını öngördüğü halde, Türklerin anadillerinde konuşmaları yasaklandığı için Türklerin Türkçe eğitim görmeleri mümkün değildi. Bulgaristan’da Türk gençleri daha küçük yaşlarda çocuk yuvalarına yetiştirilmekte ve daha ileri yaşlarda Bulgar okullarına gitmek zorunda kalıyorlardı.Bu zorunlu olduğu için Türk öğrenciler böyle yetişiyor daha sonra yeterince iyi bulgarca bilmedikleri gerekçesiyle yüksek öğrenimlerine izin verilmiyordu ev önleri kesilmek isteniyordu. Azınlık statüsü içinde basının önemli bir yer tuttuğu bilinir ve Bulgaristan’daki Müslüman Türklerin zengin ve zevkli bir basın tarihi vardı. 90 yıllık süreç içinde 18’i dergi, 132’si gazete olmak üzere toplam 150 yayın organına sahiptiler yalnız son yıllarında bunlardan eser kalmamış hepsi kapatılmıştır.Öte yandan camilerin çok büyük bir bölümü kapatılmış. Pek çoğu yeşil alan açma, park yapma, anıt dikme gibi bahaneler ileri sürülerek yıkılmıştır. Ayakta çok az sayıda kalabilen bazı camilerde ancak Cuma namazı kılmak için izin verilmiş sonradan(Göç zamanında) bu izinlerde kaldırılmıştır. Camileride bulunan ay-yıldızlar sökülmüş, hatta mezar taşlarındaki Türkçe isimler silinmiş, bazen kazınmıştır. 

Bunlara Türk mezarlıkları yok edilmeye çalışılmış, mezar taşlarındaki ay-yıldızlar kazınmış veya mezar taşları sökülerek yapılan eziyet anlatılamaz hale gelmişti :

Bulgaristan’daki bütün Türk ve Müslüman mezarlıkları tahrip edilmiştir.Dünyada benzeri olduğunu zannetmediğim ve hareket tarihi tahrip etmek için yapılmıştır. Ölülere dek uzanan bu vahşi el, herhalde gelecekte yazılacak olan tarih kitaplarını şaşırtmayı da amaçlamaktadır. Rumeli’de sanki 600 yıl Türk yaşamamış gibi tek bir iz kalmaması için bu çılgınca eylemi yapmış bulunmaktadır.Türklerin bütün örf ve adetleri yasaklanmıştır. Sünnet, düğün, dernek, köçek havası, mahalli kıyafetler, kanunla yasaklanmış, polis gücüyle durdurulmuştur.Bulgar eli evlere kadar uzanmış ve evlere yaptığı akıl almaz saldırılarla genç, ihtiyar, çoluk çocuk herkese karşı bir terör havası estirmiştir. Yalnız bu akıl almaz saldırılardan medeni dünyanın haberi olmamıştır. Ama bu olaylar daha sonra duyulmuştur, bunların yayılması sadece Türklüğe karşı bir borç değil insanlığa bir borçtur çünkü yaşananlar hikaye değil ve gerçektir, vahşettir. İşte tarih boyunca böylesine zorluklara karşı koyan soydaşlarımız herşeye rağmen varlıklarını devam ettirmeyi başarmıştır. Gerek kültürel olarak gerekse dini olarak bütün değerlerine sahip çıkmışlardır. Bütün bu belirtilen eziyetler 1989 göçüne kadar devam etmiştir. Özellikle son yıllarda daha da artan ve fiili hareketlere dönüşen Bulgar zulmü oradaki soydaşlarımızı durumları oranın şartlarına göre çok iyi olmasına rağmen Türkiye’ye göçe zorlamıştır. Bu göçe Bulgar tarafı sevinirken Türklerin yaşadığı yerleri sanki onlar hiç yaşamamış göstermeyi düşünüyordu. Böylece kendilerine göre kendi toprakları içindeki herşey bulgarlara ait olacaktı.

1989 Göçü :

Bulgaristan Türkleri’nin anavatana kavuşması olan bu göç Türkiye’nin duruma daha fazla yummaması ve kapılarını oradaki Türklere açması sayesinde gerçekleş. Göç gerçekleştiği sırada Türkiye’nin Cumhurbaşkanı Turgut Özal iken Bulgaristan Başbakanı Todor Jivkov idi. Türkiye’nin kapılarını açacağını bildirmesiyle harekete geçen Türkleri dışlayan Bulgaristan Türklerin pasaportlarını dağıtmaya başlamıştır. Yalnız bunu yaparken adi politikalarına devam ederek aynı aile içerisindeki kişilerin pasaportlarını ayrı ayrı tarihlerde vererek onları böyle önemli bir olayda ayrı düşürüyordu. Ayrıca pasaportunu alan kişinin göçe zorluyordu. Adeta eşyalarını toparlayıp sokağa atıyor ve trene kadar nasıl gideceğine karışmıyordu. Bu dönemde yurtlarından kovulan insanlarımız önce toplu olarak belirli arazilerde beklitiliyorlardı. Daha sonra gruplar halinde trenlere bindiriliyorlardı. İşkence yolda da devam ediyordu. Bulgar tarafı göçün Bulgaristan tarafında hiçbir temel ihityaca cevap vermiyor sadece insanları yollarda perişanlığa sürüklüyordu. İnsanlarımız kendi ekmek ve benzeri ihtiyaçlarını bırakıldıkları arazilere yakın yerlerden karşılıyorlardı. Neye uğradığını anlamayan insanlarımız apartopar çıktıkları yolda bir taraftan ailelerine tekrar kavuşabilmeleri için dua ederken diğer taraftan onları neler beklediğinin endişesi içinde idiler. Kapıkule tren istasyonunda vagonlardan insan yağıyor bu insanlar kayıtları yapıldıktan sonra çadır kentlere sevk ediliyorlardı ve buralarda temel ihtiyaçları karşılanıyordu. Ailelerini toplayabilenler daha önceden belirledikleri bir şehre gidiyor ve yeni hayatlarını kurmaya çalışırken ailelerine henüz kavuşamayan insanlar bütün gün boyunca trenlerden inen insanlar arasında yakınlarını gözetiyorlardı. Ayrıca kendileri karar veremeyen ailelere devlet yardım ediyor, memurların yardımı ile kendileri için belirlenen yerlere yönlendiriliyorlardı. Bulgaristan’da iken durumları iyi olan insanlarımız buraya geldikleri yanlarında getirebildiklerini getirmişler ve onlarla herşeye sıfırdan başlamışlardır. Adları ve özgürlükleri için herşeyi göze alan bu soydaşlarımız büyük cesaret örneği göstermişlerdir. Yanlarında getiremedikleri eşyalarını ve diğer mal varlıklarını orada kalan soydaşlarımıza emanet etmişler ve gelmeden önce ellerindeki para edecek şeyleri (hayvanlar gibi) satmışlardır. 

Bu durumdan kurtularak Türkiye’ye geldiklerinde ilk olarak adlarını geri kazanmanın mutluluğunu yaşayan soydaşlarımız bunun yanında geride bıraktıkları hiçbir şey için üzüntü duymamışlardır çünkü kendileri için en önemli olan olgulara kavuşmuşlardır : 

Özgürlük, dini ve kültürel hürriyet.1989 göçü esnasında daha önceden Türkiye göç etmiş olan Bulgaristan Türkleri yeni göç eden soydaşlarına yardım ellerini açmışlar onlara olabildiğince yol göstermiş ve ayakta durmalarına yardım etmişlerdir. Tıpkı önceden göç etmiş insanlarımız gibi yeni yerlerine ulaşan soydaşlarımıza büyük yardımda bulunmuşlardır.

1989 Göçü Sonrası :

Bu göçe en çok sevine taraf bulgaristan tarafıydı dolayısıyla göç sonrası yıllar boyu onlar için büyük bir topluluk olan Türklerden büyük ölçüde kurtulmuşlardı. Onların bundan sonraki hedefi Türklerin varlıklarını hiç olmaış gib göstermekti bu yüzden sayıları iyice azlmış olan Türkleri bir araya toplamaya veya köylerdeki bulgar nüfusunu arttırmaya çalışıyorlardı. Böylece Türklerin izlerini daha kolay silebileceklerdi. Sanki 550 yıl boyunca Osmanlı Devleti’nin boyunduruğunda bulunmanın öcünü almışlardı. Onlar için eskisinden çok daha güçsüz ve az olan Türkler daha kolay dejenere edilebilrdi yalnız bu istenilen olmadı ve 1991 yılında sosyalist rejim yıkıldı. Yerine gelen demokratik rejim ise sosyalist rejimin bıraktığı ağır faturayı ödüyordu. Artık 1989-1991 yılları arasında oradaki ağır yönetime dayanan milletimiz içinde daha rahat günler vardı çünkü 1991 yılına kadar eziyet devam etmiş ve bundan dolayı gerek kaçak olarak olsun gerekse de yine normal göç şeklinde insanlarımız kaçışlarına devam etmişlerdir ama 1991 yılında meydana gelen önemli gelişmenin ardından bazı dengeler değişmiş o yüzden oradaki ve buraya oradan gelen insanlarımızın tepkileri farklı olmuştur. Çünkü her ne kadar burada onlara yardım edilse de bir kısmı kira ödemede ve iş bulmada zorluk çekmişlerdir. Bu durum özellikle çocuklu veya yaşlı aileler için geçerli olmuştur ve bundan sosyalist rejiminde yıkılmasından faydalanarak çok az birim kısım tekrar geri dönerek yaşamlarına devam etmek istemişlerdir. Geri dönen ailelerin yanı sıra o dönemlerde Türkiye’ye göçte azalmıştı.O yüzden 1991-1993 dönemi geri dönüşün yaşandığı ve Türkiye’ye göçün azaldığı yıllar olarak nitelendirilebilir. Tabii Türkiye’de kalmayı seçenler içinde ayaklarının üstüne basma yılları olmuştur bu yıllar daha sonra geri dönen aileler bıraktıklarını umdukları gibi bulamamışlardır. Ayrıca yakın akrabaları ile aralarına sınır girmiştir. Bundan dolayı 1993 yılından sonra tekrar hızlanan bir göç yaşanmıştır. Bu göçler 1989’da Türkiye’ye gelen göçmenler için kolay olmuştur lakin onlar zaten ilk zamanlarda Türk vatandaşlığına alınmışlardır ama diğerleri için öyle değilidir. Onlar gelip burada kaçak olarak ikamet etmiş, çalışmış ve yaşamlarını sürdürmeye çalışmışlardır. Birçoğu vatandaşlıklarıni almış olsalarda hala vatandaşlık alamayanlar vardır. Vatandaşlık alamayan soydaşlarımızın çoğu oturma izni ve çalışma iznine sahiptirler. Çok az bir kısımda her üç ayda bir giriş-çıkış yaparak Türkiye’de yaşamlarına devam etmeye çalışıyorlar. 2000’li yıllara kadar Türkiye’de gelişmeye çalışan Bulgaristan göçmeni Türklerinin bir kısmı geçen zaman içinde Bulgaristan vatandaşlıklarını geri almayı başarmışlardır. Bu sayede orada yapılan seçimlere katılarak kullandıkları oylar ile geride kalan Türkler için destek olmuşlardır zira her ne kadar son zamanlarda tartışılır olsa da Hak ve Özgürlükler Partisi Türklerin partisi olarak bilinmektedir ve son iki hükümette hep ortak olarak bulunmuştur ve seçimlerden devamlı ilk üç parti içinde çıkmayı başarmaktadır. 2000’li yılların başından bugüne kadar ise adeta eskiden yaşanan olayların acısını çıkartırcasına soydaşlarımız ellerine geçen hakları kullanarak Bulgaristan’a giderek bir dava ile eski isimlerine kavuşabilmektedirler. Genel olarak birçok göçmenimizinde bunu yaptığı düşünülürse Bulgaristan’da Türk nüfusu giderek artmaktadır ve orada doğanlarda olmak üzere herkesin ismi Türkçedir. Zaten son zamanlarda üremekte zorluk çeken ve nüfusunda yaşlıların ağırlıkta olduğu Bulgaristan’da bu durum endişe uyandırmıştır ve her ne kadar doğum için kampanyalar yapılsa da istenen sonuca ulaşılamamıştır. Bulgarların endişesi giderek artmaktadır çünkü yönetimi kaybetme korkusuyla karşı karşıyalar o yüzden son zamanlarda Bulgaristan’da yaşamayan vatandaşların oy kullanmasının önüne geçmeye çalışmaktadırlar. Bunun yanı sıra orada kalan Türkler içinde kötü örnek oluşturan son yılların dejenere olmuş bulgar gençleri de endişe yaratıcıdır. Hatta artık bu gençlik oradaki Türkleri de etkilemiş artık onların bir kısmıda asimilasyona uğramaktadır. Yukarıda belirtilenlere ek olarak buraya yerleşmiş olan insanlarımız daha önceki kültürleri ile buradaki yerli kültürü arasında bir geçiş kültürü yaşamıştır ve dolayısıyla onlarda bir kültürel değişim yaşamıştır. Kültürleri ve dolayısıyla birçok tavırları değişim göstermiştir.Yine son yıllarda dernekleşmeye hız veren soydaşlarımız, bunu yaparak Bulgaristan’daki güçlerini arttırmak istemektedirler.Tabii bunun yanı sıra kültürel faaliyetler içinde bulunarak varlıklarını ve yaşadıklarını herkese göstermek gayretindedirler. Sonuç olarak unutulmamalıdır ki yaşadıkları her milletin göğüs gereceği tipten bir geçmiş değildir ve dolayısıyla bugün geldikleri noktada çok önem kazanmaktadır. Bunu yayarak Türk milletinin ne kadar güçlü olduğunu göstermişlerdir ki Türk milletinin gücünü kimse Çanakkale ve Kurtuluş Savaşlarından sonra yargılama gereksinimi duymaz sanırım.“Prenslik Bulgaristan’ından günümüze kadar çeşitli zorluklar yaşamış ve zamanla Türkiye’ye göç etmiş olan Türkler çeşitli çilelerden sonra şimdi haklarının korunduğu tek yerde, anavantanlarında, huzur içinde yaşamaktadırlar, arkalarında silinmeyecek bir tarih bırakarak...”

- KAYNAKÇA :
1. Beğlan Toğrol , 112 yıllık göç (1878-1989) : 
1989 yazındaki üç aylık göçün tarihi perspektif içinde psikolojik incelenmesi , 19892. İbrahim Kamil , 
Bulgaristan'daki Türklerin hakları , 19893. Türk Tarih Kurumu , 
Bulgaristan'da türk varlığı : bildiriler, 7 Haziran 1985 , 1985

Kaynak: http://mersin-targovishte.blogspot.com/2007/11/bulgaristandaki-trklerin-1989da.html