Avrupa Avrupa Dediğimiz

21 Ekim 2009 Çarşamba

22-25 Ekim tarihleri arasinda Sakarya Universitesi'nde TDK ile ortaklasa "Balkanlarda Turkce Egitimi ve Basin-yayin Hayati" konulu Bilgi Soleni yapila

22-25 Ekim tarihleri arasinda Sakarya Universitesi'nde TDK ile ortaklasa "Balkanlarda Turkce Egitimi ve Basin-yayin Hayati" konulu Bilgi Soleni yapilacaktir.


Program ektedir.

***


10.00 Acis Oturumu
Saygi Durusu ve Istiklal Marsi



Acis Konusmalari:

Prof. Dr. Sukru Halûk AKALIN Turk Dil Kurumu Baskani

Prof. Dr. Mehmet DURMAN Sakarya Universitesi Rektoru


Balkan Ulkelerinde Turkce Genel Oturumu I


Baskan: Prof. Dr. Osman HORATA

11.30-11.50 Bilâl SIMSIR (Turkiye)
Balkan Ulkelerinde Turkce Egitimi ve Yayin Hayatinin Hukuki ve Ahdi Altyapisi

11.50-12.10 Prof. Dr. Melek OZYETGIN (Turkiye)

Balkan Ulkelerinde Turklerin Yayilma Alanlari ve Turk Yazi Dilleri Haritasi Tasarisi



12.10-13.30 Ogle Yemegi



Makedonya’da Turkce Oturumu


Baskan: Altay SUROY

14.00-14.20 Doc. Dr. Sevin ALIL (Makedonya)

Makedonya’da Turkce Egitimi

14.20-14.40 Remzi CANOVA (Makedonya)

Makedonya’da Turkce Basin Hayati

14.40-15.00 Drita KARAHASAN (Makedonya)

Balkanlarda Basin Hayati

15.00-15.20 Sevim PILICKOVA (Makedonya)

Makedonya’da Turkce Ogretimin Durumu

15.20-15.40 Cigdem ULKER (Turkiye)

Makedonya’da Egitim Sistemi ve Bu Sistemin Icinde Turk Azinligin Durumu


15.40-16.00 ARA
Bulgaristan ve Yunanistan’da Turkce Oturumu



Baskan: Yrd. Doc. Dr. Cevdet SANLI

16.00-16.20 Dr. Sabri ALAGOZ (Bulgaristan)

Bulgaristan’da Turkce Yayin Hayati

16.20-16.40 Dr. Ahmet CEBECI (Turkiye)

Dunden Bugune Bulgaristan’da Turkce Egitim ve Ogretim

16.40-17.00 Nurten REMZI (Bulgaristan)

Bulgaristan’da Deliorman Turklerinin Kulturu

17.00-17.20 Hulya EMIN GUVENC (Yunanistan)

Bati Trakya’da Gazeteci Olmak

“Biz Buradayiz: Basin Dosyasi” Sunusu

17.20-17.40 Ilknur HALIL (Yunanistan)

Lozan’dan Gunumuze Bati Trakya’da Egitim ve Ogretim

17.40-18.00 Mucahit MUMIN (Yunanistan)

Bati Trakya’da Azinlik Basininda Yazi Dili Olarak Turkcenin Kullanilma Durumu



Cagrili Konusmaci

10.00-10.30 Doc. Dr. Halûk DURSUN

Balkan Kultur Cografyamiza Bir Yolculuk


Cagrili Konusmaci

0.30-11.00 Prof. Dr. Mustafa ISEN
Cumhurbaskanligi Genel Sekreteri



Balkan Ulkelerinde Turkce Genel Oturumu II


Baskan: Doc. Dr. Sevin ALIL

11.00-11.20 Senol GONCAGUL (Turkiye)

Balkanlarda Turk Dili ve Yayin Hayati

11.20-11.40 Birol DOK (Turkiye)

Turk Cumhuriyetleri ile Turk ve Akraba Topluluklarindan Ogrenci Getirme Projesi (Buyuk Ogrenci Projesi)

11.40-12.00 Rifat SAIT (Turkiye)

Balkan Ulkelerinde Turk Dili

12.00-12.40 Naci ALAN (Turkiye)

Turkce ve Turkceyi Yayginlastirma Suuru



Romanya’da Turkce Oturumu


Baskan: Prof. Dr. Vahit TURK

14.00-14.20 Agiemin BAUBEC (Romanya)

Romanya’da Turkce Egitim Ogretimin Dunu, Bugunku Durumu ve Sorunlari

14.20-14.40 Nihat OSMAN (Romanya)

Dobruca Tatarlarinda Gunumuzdeki Basin Hayati

14.40-15.00 Dr. Ahmet ECIRLI (Romanya)

Romanya’da Yabanci Dil Yoluyla Kultur Ogretimi Ornek Olay Incelemesi: “Romanya’da Turk Kulturune Katkisi Yonuyle Turkce Ogretimi”



15.00-15.20 ARA


Kosova’da Turkce Oturumu

Baskan: Hulya EMIN GUVENC

15.20-15.40 Altay SUROY (Kosova)

Kosova’da Turkce Egitim ve Yayimcilik

15.40-16.00 Raif VIRMICA (Kosova)

Gercekler Isiginda Kosova’da Ilkokul Duzeyinde Turkce Egitim

16.00-16.20 Yrd. Doc. Dr. Cevdet SANLI (Turkiye)

Kosova’da Basin Yayin Hayatinda Turkce Telif Eserler

16.20-16.40 Osman BAYMAK (Turkiye)

Kosova’da Turkcenin Bugunu ve Gelecegi

16.40-17.00 Arif AY (Turkiye)

Kosova’da ve Makedonya’da Cagdas Turk Edebiyati


17.00-17.20 ARA


Degerlendirme Oturumu

Prof. Dr. Vahit TURK

Doc. Dr. Sevin ALIL

BALKANLARDA TURK OLMAK - H.Okan Balcioglu

Butun soydaslarima merhaba;

Balkan ulkelerinde yasayan insanlarimiz tarih boyunca Turk soylu olmanin sikintisini cekmisler, sadece karsi din mensuplarinin değil kendi dindaslarinin bile baski, tahkir ve tenkitlerine ugrayarak asimile edilmeye calisilmislerdir. Gunumuzde bile baska dindas topluluklar ile beraber yasayan ( Kosova - Makedonya ) soydaslarimiz kulturel olarak eritilmeye calisilmaktadir. Din baska din mensuplarina karsi koruyucu bir zirh olustururken kendilerini eritme niyetli dindaslarina karsi bir etki saglayamamakta hatta dez avantaj olusturmaktadir. Bunun onlenebilmesi icin o cografyalarda yasayan Turk kokenli insanlar olarak simdiye kadar yapilmis kendilerine has kulturu ve tarihi devamliligi bilimsel yolla tespit eden calismalar derlenmeli, gelistirilmesi yolunda daha da fazla calisilmalidir. Gunumuzde insanlar kabul etmeliyiz ki gunumuz dunyasinda insanlar kendilerini din temelinde degil ulus bazinda tanimlamaktadir. Hele Turkler gibi tarihe damga vurmus eski dunyanin her yaninda izleri bulunan bir milletin kendini tanimlamada ki mesruluguna kimsenin karsi cikmasi soz konusu bile olmamalidir. Dinin eritmede ki rolu kacinalamz bir gercektir. Dunya uzerinde bulunan bir cok Turk boyu bulunduklari dindas ulkenin icinde erimistir. Bunun istisnasi ve ders alinacak guzel bir ornegi Irak Turkleridir. Irak'da yasayan soydaslarimiz icinde yasadiklari dindas Arap toplumu icinde erimemek ve soylarini, kulturlerini korumak icin cok buyuk bir mucadele vermislerdir. Bugun icin bile soylenebilir ki dünya uzerinde Turkluk bilincinin en kuvvetli oldugu Turk gruplarindan biri Irak Turkmenleridir. Balkan cografyasinda dolasildiginda veya hakkinda arastirma yapildiginda Balkan devletleri icin Turk ifadesinin Islam ifadesinden daha urkutucu oldugu bir gercektir. Tabi bu tanimin onlar acisindan milli utanc dogurdugu gibi tarihin derinliklerine kadar inen bir korkuyu hortlattigi da ( Kuman, Pecenek ve Batı Hun Devleti ) bir gercektir.

Yunanistan, Bulgaristan, Sirbistan, Makedonya, Arnavutluk ve hatta Romanya icin bile Islam tanimi Turk ismi kadar urukutucu degildir.Gerci Balkanlar da Turk tanimi Islam tanimi ile ozlesmis olmasina ragmen sozgelimi Balkanlarda ki en buyuk Musluman kitle olan Arnavutlar bile Turkleri eritmeye calismaktadir. Oysa gecmisteki buyuk devletin ( Imparatorluk ) bakiyesi olarak bugun o cografyada yasamaya calisan soydaslarimiz, onlar icin inandiklari ve yasadiklari dinle tanismalarini saglayan, kulturlerini korumalarini saglamis bir milletin orada biraktigi emanetleridir. Ayni zaman da bu insanlar o cografyalarin Turkiye ile bagini kuvvetli ve canlı tutan vesileleridir.

Gunumuzde Balkan Turklerine her zamankinden cok daha fazla is dusmektedir. Milli kultur degerlerine, tarihlerine dillerine cok daha fazla onem vermeli ve icinde bulunduklari toplumun icinde erimemelidirler. Unutmamalidirlar ki onlar sadece Fatih'in, Kanuni'nin, Yavuz'un veya Ataturk'un değil ayni zamanda Selçuk beyin, Alparslan'ın, Saltuk Bugra Hanin, Bilge Kaganın, Oguz Hanın, Mete'nin ve Atilla'nin da evlatlaridir. Bu tarihi kokun bilincinde olmalidirlar. Ataturk ne diyor; Turk evladi tarihini ogrendikce kendinde daha buyuk isler yapmak icin guc bulacaktir. Butun Balkan cografyasinda yasayan Turkler ekonomik anlamda guc olmanin yollarini aramalidir. Bu sebeple ekenomik gucu olan sahislar birlesmeli ortak sirketler kurmali, fakir - imkani olmayan ailelerin cocuklarin okutulmasi icin yatili okullar kurulmalidir. Dini, ummetci organizasyonlardan kacinilmali, bilinmelidir ki bu tur olusumlar Turk toplumunun erimesine sebep olacak fikriyatin tolum icinde yayilmasina vesile olacaklardir.

Ne yazik ki sadece Balkanlarda degil eski cografyamizin hemen hemen her yerinde kendilerine yonelik bilincli siyaset yuzunden Turkler ekonomik acidan zayif ve etkisizdir. Bu nedenle de bulunduklari ulkeler icinde etkin degillerdir. Bu Bulgaristan'da da, Yunanistan'da da, Makedonya'da da boyledir. Bu husus ile dunya da istisnayi olustururlar. Gunumuz de eski imparatorluklarin ayrilmis olduklari ulkelerde biraktiklari insanlari soz gelimi Hindistan'da ki Ingilizler, Kuzey Afrikada ki Fransiz kokenliler, Angola'da ki Portekizliler, Filipinlerde ki Amerikalilar, Latin Amerika ulkelerinde yasayan Ispanyollar bulunduklari kentlerin en seckin ve zengin semtlerinde varlikli bir yasam surmektedir. Bizler ise Suriye'de, Irak'ta, Lubnan'da, Yunanistan'da, Bulgaristan'da, Yunanistan'da, Romanya'da, Makedonya'da en kohne ve fakir semtlerde yasamaktadirlar. Artik insanlarimiz bunun boyle devam etmesine izn vermemeli, bunun degismesi hususunda mucadele etmelidir. Ama bunun icin once yazimin gecen kisminda ifade ettigim gibi milli bilincine ulasmali, aralarindaki parcalanmaya, darginliga, hizipcilige son vermeleri ve birlesmeleri gerekmektedir. Soz gelimi kucucuk Makedonya'da uc adet Turk siyasi partisi bulunmaktadir. Burada kayip Turklerin tamaminin, kazanc ise bizlerin o cografyada etkisiz kalmasini isteyen o ulke idarecileri ile onlari, o cografyada eritmeye calisan dindas toplumundur. Derhal siyasetle ugrasan insanlarimiz dunyevi kaygilarindan mensubu bulunduklari aziz milletin lehine vaz gecerek birlesmeli ve ortak - tek bir siyasi parti adi aldinda faaliyet gostermelidir. Oguz hanın ogullaina tavsiyesi nedir? Birlikten kuvvet dogar, guc olunur. Ancak o zaman dunya Turklerinin bulunduklari ulkeler icinde ki makus tarihi degisir ve kosullar, tarih sizden bunu bekliyor. Gayret sizden takdir Allah'dan. Selam ve saygilar.

H.Okan Balcioglu

BALKAN RUMELİ GÖÇMENLERİ KONFEDERASYONU'na İZMİR'den İKİ FEDERASYON DAHA KATILDI.

BALKAN RUMELİ GÖÇMENLERİ KONFEDERASYONU'na İZMİR'den İKİ FEDERASYON DAHA KATILDI.

Üçüncüsü Bursa'dan yakında katılacak.
Balkan Rumeli Göçmenleri Konfederasyonu , tüm camiayı tek çatı altında toplama yolunda önemli bir adım daha attı.Konfederasyona katılmak amacıyla Genel Kurullarında aldıkları kararları gereğince İZMİR'de bulunan iki Federasyon katılım dilekcelerini Konfederasyon Yonetimine verdi.
1. Ege Balkan-Rumeli Dernekleri Federasyonu ve
2. İzmir Balkan Dernekleri Federasyonu'nun
Katılım dilekçelerininin Balkan Rumeli Göçmenleri Konfederasyonunca alınmasını müteakiben , İzmir'de toplanmış olan Yönetim Kurulunun oylarına sunuldu ve oy birliği ile katılımları kabul edildi.
Konfederasyon Yönetim Kurulu üyeleri her iki Federasyon merkezini de ziyaret ederek yeni üyelerle tanıştı. Ziyaretler sırasında Federasyon Başkanları Süleyman PEHLİVAN ve Vahap SAVAŞAN'ın konuşmalarını Konfederasyon Başkanı Turan GENÇOĞLU teşekkür ederek ve hayırlı olması temennisiyle cevapladı.
Toplantının dagılması nedeniyle dilekcesi geciken Bursa Rumeli Turkleri Federasyonu'nun katılım talebi gelecek ay yapılacak olan Yonetim Kurulu Toplantısına bırakıldı.
Her geçen gün örgütlenen rumeli insanı birlikte ve beraber hareket edebilme yeteneğini de geliştirmekte.Bugüne kadar organize olduğu coğrafyayı tüm Türkiye'yi kapsıyacak sekilde genisletmeye kararlı gözüken yöneticiler herhangi bir ust çatı kurulusuna katılmamıs Derneklerin de bulundukları bölgelerdeki Federasyonlara katılmaları konusunda çağrıda bulundu.
Toplantıların akabinde İzmir Fuarı kültür merkezinde "Balkan Kadınlar Derneği"'nin planladığı "Balkan Göçleri ve Kadın" paneli izlendi.
Biz de aramıza yeni katılan Federasyonlarımıza hos geldin diyor , katılımlarının hayırlı ve ugurlu olmasını temenni ediyoruz.

Rumeli Balkan Federasyonu
Yonetim Kurulu

19 Ekim 2009 Pazartesi

77 YIL SONRA PRIYEPOLYE'DE - H. YILDIRIM AGANOGLU

77 YIL SONRA PRIYEPOLYE'DE

22 Eylul 2009 Ramazan Bayraminin ucuncu gunu. Kaderim beni Saraybosna'ya tekrar surukledi. Priyepolye (Prijepolje) dogumlu Huseyin Amcam de benimle beraberdi. Babamin gidemedigi ve kardes cocuklari oldugu akrabalarina ben ve amcam ilk defa gidiyorduk. Bizi karsilayan akrabalarimla hasret giderdikten sonra kalacagimiz evlere dagildik.

Anladigim kadariyla akrabalarimiz yollar guvenli olsa da bizim Priyepolye'ye gitmek istememden pek hosnut degillerdi. Ancak aradan o kadar uzun seneler gecmisti ki biz bu cografyaya sadece 3 saatlik bir mesafedeyken bu SIKINTILARI dusunecek durumda degildik. Netice de akrabalarimla birlikte Saraybosna sehir merkezindeki Sirbistan Buyukelciligi’ne gittik. Çunku amcam Huseyin Aganoglu’nun dogdugu sehri gorebilmesi icin Sirbistan vizesi gerekiyordu. Fotograflar cekildi, gereken islemlere baslandi. Ancak burokrasi burada pesimizi birakmadi ve vize isinin kisa surede sonuclanamayacagi anlasildi. Dolayisiyla amcam vazgecmek zorunda kaldi.

Visegrad Koprusu’nu ziyaretimizden sonra kenarinda, cektirdigimiz fotograflarin bizim icin ayri bir hatirasi oldu. Çok mutluyduk. Ancak Saraybosna’ya dondukten sonra akrabam Nermina’ya cektigim fotograflari gosterdigimde ben heyecanla Visegrad koprusunu ne kadar begendigimi anlatirken onlarin yuzu asik bir sekilde beni dinlediklerini gordum. Ne oldugunu sordugumda yine bir aci haberle karsilastim. Bu koprude Sirp cetnikler hem 2. Dunya Savasi’nda hem de 1992 savasinda Musluman Bosnaklari katletmisler. Hatta o zamanlar bu kopruye Kanli Kopru adi verilmis. Drina nehrinin gunlerce kan kirmizisi aktigi rivayet edilir. Ne aci yarabbim. Hayvanlar bile icgudusel olarak ve sadece yiyecekleri bir canliyi oldururler. Bir insana boyle bir katliam yapacak bir insan dusunemiyorum. Onlar hayvandan da asagilik varliklar cunku.

Visegrad koprusunu ziyaret ettikten sonra, bizi orada bekleyen Sabahaddin Obucina beyefendi ile tanistik. Tanismadan sonra biz Zambak Tur grubundan ayrildik. Sirf, Huseyin Kansu’nun ricasi uzerine bizi alip babamin dogum yeri olan Priyepolye’ye goturmek icin 2-3 saatlik bir yoldan gelen bu beyefendi Priyepolye Islam Meclisi Baskani idi. Gercekten ilerlemis yasina ragmen hala bir delikanli gibiydi. Kiyafeti, kibarligi ve misafirperverligi ile bizleri etkiledi.

Arabaya ben, esim, kendisi de Priyepolye dogumlu olan Zehra Halam ve bize Bosnakca tercumeler konusunda yardimci olacak dostumuz Rifat Ahmetbeyoglu ile bindik. Aradan cok gecmeden Rudo kasabasindan gectik. Yillardir Osmanli Tarihinde cok onemli bir rolu bulunan Sokullu Mehmet Pasa’nin Sirp asilli bir devsirme oldugu, hatta kardesinin papaz oldugundan bahsedilir. Turkler buralarin tarihini eski Yugoslayva’daki Sirp tarihcilerden ogrendikleri icin bazi gercekleri bilememeleri normaldi tabii. Son donemde yetisen bazi Bosnak tarihciler Sokullu Mehmet Pasa’nin aslinin Rudo kasabasindan oldugunu iddia etmektedir. Ilerleyen zamanlarda bu mesele de yeni bilgilerin ortaya cikmasi belki de bilinenleri degistirecektir.

Rudo’yu gectikten sonra Sabahattin Bey bize eliyle bir binayi isaret etti. Yolun kosesindeki bir terk edilmis bir mola tesisinde savas esnasinda yasanan bir olayin anlatilmasi bizi dehsete dusurdu. Bosna Savasi esnasinda 1992 yilinda ici tamamen Bosnak Muslumanlarla dolu bir otobus bu mola tesisinde cetnikler tarafindan durdurularak yolcularin tamami katledilmis. Otomobilde buz gibi bir hava esti. Herkes suskundu, sehitlerin mubarek kanlari o topraklara sinmisti. Piril piril bir gokyuzu, gunesli bir gun, yemyesil bir tabiat olmasina ragmen katliamin manevi agirligi ve huznu hepimizin gonlune gelip oturmustu. Uc Ihlâs, bir Fatiha okuyarak yolumuza devam ettik. Babamin dogdugu topraklara ulasmak aslinda dusundugum gibi hic neseli baslamamisti.

Sirbistan sinirina ulastigimizda yanimiza gelen bir bay bir bayan sinir polisi pasaportlarimizi aldiktan sonra arabanin icerisine uzun uzun bakti. Tercumanimiz Rifat’a neden vizemiz bulunmadigini sordu. Yanimizdaki Rifat Bey ayrintili olarak elimizdeki Hususi Pasaporta (Yesil Pasaport) vize gerekmedigini anlatti. Onlarin gozlerindeki bakislari hic unutmayacagim. Davranislari hic de, hos geldiniz der gibi degildi cunku. Daha yarim saat once Rudo civarindaki katliam anlatildiktan sonra bir de buradaki soguk muamele savas zamaninda aslinda burada neler yasandigini anlamamiz icin yeterli ipuclariydi.

Her ne kadar Sirbistan 1992’deki Sirbistan degildi artik. Milosevic devrilmis, daha demokratik bir ulke haline gelmeye calisan bir ulke olmustu. 2009 eylulundeki Sirbistan hukumetinde Sancakli bir Bosnak bakan vardi. Sancak Muslumanlari Milli Konseyi Baskani Sancak Muslumanlarinin lideri Dr. Suleyman Ugljanin bakan olmustu. Savas zamaninda aranan ve ulkesinden cikmak zorunda kalip Ankara’ya siginan bu insan artik Belgrad’da bakandi. Sirf bu olay bile konjonkturun ne kadar degistigini gostermesi bakimindan yeterli bir ornektir.

Sirbistan topraklarina girdikten sonra bir baska heyecanlandim. Ne de olsa yillardir adini duydugum, acisini hissettigim, kavusma heyecani yasadigim ve ailemin koklerinin bulundugu Sancak bolgesine girmistim, artik. Her kavusma ayni zamanda gocun ne kadar aci bir kavram oldugunu bir kez daha hatirlatiyordu bana.

Saraybosna’dan beri baslayan yesillik bizden hic ayrilmamisti. Her taraf ya orman ya da yemyesil araziydi. Saraybosna’dan cikip Priyepolye’ye gelene kadar gecen uc saatlik bir zamanda yesil olmayan sadece kahverengi toprak olan bir arazi gormeniz neredeyse imkânsizdir. Gectigimiz yollarin neredeyse tamaminin yaninda ise mutlaka bir irmak akiyordu.

Ilk gececegimiz Sancak sehri Priboy’du. Burada babamla kardes cocugu olan Sucro Amca ile tanistik ve gorustuk. Amca ile ilk defa gorusmemize ve hatta varligini bile ilk defa duymamiza ragmen son derece samimi bir sekilde sarildik birbirimize. Eee kolay degildi goc, kolay degildi 77 senelik ayrilik. Bunu anlatmaya kelimeler kâfi gelmiyor. Sucro ile benim babam kardes cocuklari imis. Bunu duyunca o kadar uzuldum ki. Hadi benim bilmemem normal ama babam ile amcamin bile onlari hic tanimamalari ve baglantilarinin kopmus olmasi ne kadar aci bir olay aslinda.

Aslinda babamin babasi olan Ahmet dedemler 4 erkek kardesmis. Ahmet, Aliya, Mehmet ve Hasan. Bunlardan Hasan’in cocugu olmamis. Ahmet Dedem 1932 yilinda Istanbul’a goc etmis. Aliya Agincic Priyepolye Belediye baskanligi yapmis. Aliya, bizimle ayni arabada gelen Zehra Halam’in babasi. 2. Dunya Savasi sonunda 1944 yilinda cetnikler, Alman taraftarligi yaptigi iddiasiyla evinden alip sokak ortasinda sehit etmisler onu. Esi Esma cocuklari Murat, Kamil, Ayse, Muyesser ve Zehra’yi alip Saraybosna’ya goc etmis. Iste onlarla Saraybosna’da yasadiklarindan ve Turkiye’ye gelip gittiklerinden dolayi babamla tanisiyorlar ve gorusuyorlardi.

Ancak Sucro’nin babasi Mehmet Priyepolye’de yasamaya devam ettiginden dolayi ve ne kendisi ne de cocuklari Turkiye’ye gelmediklerinden dolayi hic tanisamamistik. Bu gezi vesileymis bu bulusmalara. Ayrilik ve Allaha Emanet sozleri bir baska huzunlendirdi bizleri. Ancak ayrilmanin verdigi huzun hemen dagildi. Çunku yaklasik 45 dakikalik bir yol sonrasi babamin dogum yerine kavusmanin verdigi heyecan ve kalp carpintisi daha agir basmisti cunku.

Priyepolye’ye ilk girdigimizde bizi Osmanli’nin bolgeye yadigâr biraktigi Saat Kulesi karsiladi. Arabadan fotograf cekilmek uzere indigimde 77 yillik hasrette sona ermis oluyordu aslinda. Evet babamin dogdugu sehre ayak basmistim. Saskinca ve telasla etrafa bakiyordum. Nereye bakacagimi bilemez bir haldeydim cunku. Fotograf cekildikten sonra Zehra Halam kendi dogdugu evlerinin oldugu Vakif Camii ve mahallesini isaret etti. Babamin mahallesi ise daha ileride Saranpo Mahallesiymis. Terzi olan Ahmed Dedem nerede calisiyordu acaba. Ne sartlar altinda goc etmeye karar vermisti. Beynimin icinde bu sorular dolasiyordu.

Priyepolye sehri Bosna-Sirbistan sinirina 45 km. mesafede bir kasabadir. Orijinal yazilisi Prijepolje’dir. Osmanli ise bu kasabaya Prepol demekteydi. Balkanlar’da dolasirken ya da tarihi arastirmalar yaparken cekeceginiz zorluklardan bir tanesi de yer isimlerinin farkli soylenisi ya da yazilisidir. Bosna-Hersek ve Sirbistan’da Roma Imparatorlugu zamaninda kurulan sehirlerin isimleri daha sonra Slav kabilelerinin bolgeye yerlesmesiyle degismistir. Osmanli Devleti bolgeyi fethedince kimi sehirler yeni kurulmus, kimi sehirler buyumus ve gelismistir. Osmanli daha once kurulu bulunan bir sehrin ismini genelde degistirmemis, telaffuz ederken kendi diline uyarlamistir. Sancak bolgesi sehirleri olan Prijepolje Prepol, Sjenitsa Senice, Novipazar ise Yenipazar seklinde kaydedilmistir. Plevlja’ya ise Osmanli Taslica demistir. Isyerimde hergun cesitli belgelerini gordugum bu sehirlerde bulunmak o kadar guzeldi ki.

Daha sonra babamin dogdugu mahalle olan Saranpo Mahallesi’ne gittik. Buradaki Ibrahim Pasa Camii’ni ziyaret ettik. Burada eskiden gorev yapan bir akrabamin Hafiz oldugunu ogrendik. Babamin evini buldum, fotograflarini cektim. Babamin sehit edilen Ali Amcasinin yaptirdigi cesmeyi gorduk, oradan su ictik. 1944’te sokak ortasinda oldurulen Ali Amca’nin mezar tasinin koyulmasina bile ancak komunizm devrinin bitmesinden sonra musaade edilmisti. Bu ne acidir yarabbim.

Babamin diger Amcasi Mehmet Bey’in torunu Ertekin ile tanistik. 77 yil suren ayrilik bitmisti artik. Sehrin ortasindan gecen Lim Nehrine indim, elimi yuzumu yikadim. Ne Ahmet Dedem ne de babam bu sehirden 1932 yilinda goc ettikten sonra bir daha bu sehri gorememisler. Bu Istanbul’daki tum akrabalarimiz arasinda sadece bana nasip olmustu. Uzuleyim mi, sevineyim mi, bilemedim. Hem huzun hem sevinc benimle bir aradaydi.

Goc kitabini yazdim ama alti gun suren Bosna-Hersek ve Priyepolye gezimde goc ne kadar aci bir kavrammis, goc acilarini hem de 77 yil sonra bizzat yasayarak bir kez daha ogrendim.

H. YILDIRIM AGANOGLU

15.10.2009

8 Eylül 2009 Salı

BALKANLARDAKI TURK SOYKIRIMI:

BALKANLARDAKI TURK SOYKIRIMI:

Goc olayi; ister bir milletin, ister bir dine inananlarin, isterse bir etnik kokene mensup olanlarin baslarina gelsin, bir insanlik dramidir.

Tarihi olaylar sonucunda zorla yapilan yer degistirmeler insanlarin hafizalarindan asla silinmemekte ve cok aci izler birakmaktadir. Rumeli'den Anadolu'ya yonelik gocler Avrupa tarihinde son 300 yildir gorulen en buyuk insanlik ayiplarindandir. Izleri ise hala tazedir.
Goc, kelimenin koku itibari ile gocmeyi, ayrilmayi, yikilmayi, insanin kokuyle baglarini koparmayi icerir. Savasin dahi en acimasiz asamasi, insanlarin goce zorlanmasidir.
Osmanli Devletinin hukum surdugu zaman dilimi icinde, tarafli-tarafsiz tarihcilere ve arsiv belgelerine dayanarak sunu rahatlikla soyleyebiliriz; Osmanli, Musluman olmayanlara planli, sistematik bir etnik soykirim uygulamamistir. Buna karsilik Osmanli'nin Balkanlarda zaafa ugradigi zaman, Musluman ahali cesitli vesilelerle, katliam, baski ve zorlamalarla goce zorlanmistir.

Son 200 yilda Osmanli Devletinin sivil nufusunun dortte biri Balkanlar ve Kafkaslarda meydana gelen etnik ve dini soykirim ile bunlarin dogal sonucu gocler sebebiyle yok olmustur. Bu yaklasIk olarak 5 MILYON INSANDIR.
Sadece 1912-1926 arasinda yani 14 senelik bir zamanda, Balkanlardan yapilan goc sirasinda 632 bin insanimiz kayip olmustu. Bu sayiya asker ve devlet gorevlileri dâhil degildir. Bu kayiplarin tumunun, katledildigi, aclik ve hastaliklara kurban gittigi kesindir.

Sonucta Balkanlardaki Musluman nufusun yuzde 35 i surulmus, yuzde 27 si katledilmistir.
Bundan 96 yil once, yani 1913 te LEON TROCKI bakin neler demis: kulturden nasibini almis her insanin, hissetme ve dusunme aczi yasamayan herkesin tuylerini urpertecek, midesini bulandiracak suclari bir bir siraladi ve haykirdi, "Nerdeler simdi"? O binlerce yarali Turk nerede? Onlara ne oldu? Onlara ne yaptiniz? Bize bu sorularin cevabini" verin dedi.

Bu sorulara hic kimse cevap vermedi. Ne yazik ki bu soruyu o gunden beri kimse bir daha sormadi.
Balkanlar uzerine yazi yazanlar, sozum ona ANADOLUDAKI SOYKIRIMLARIN HESABINI TUTANLAR bu soruyu hic sormadilar.

1 MILYON Ermeni'yi, 30 bin Kurdu kestik diyebilen hasta ruhlu adam da soramadi. Neden sorsun? Turkler olduruldu, soykirima tabi tutuldu diyene Nobel yok, para da yok.

(Herkes insan degildir. Insan; cana yapilan haksizligi, kendine yapilmis gibi tepki veren canlidir. Âdemoglunu nicin bu kadar asagilik kildi diye Tanri'ya sitem etmiyor, beni Turk olarak yarattigi icin tesekkur ediyorum. Surasi kesinlikle akildan cikarilmamalidir ki; Dunya barisi ve insanligin huzuru, Turk Birligi ve gucune baglidir. Turkun boyun egdirildigi bir dunyada, insanlik yerlerde surunuyor demektir.) Filozof TORLAKON.
I
ste Bosna, iste Srebrenitza, iste Cecenistan, iste Karabag, iste Afganistan, iste Irak, iste Dogu Turkistan.

Bunlari neden mi yazdim, anlatayim:
Basbakan Recep Tayip Erdogan' dan iki istegim var;

Birincisi: Balkanlardan goc eden bu insanlar, tipki yigit Karadeniz usaklari gibi, tipki Egenin zeybekleri gibi, tipki Anadolu bozkirinin yanik tenli evlatlari gibi, tipki Dogunun dadaslari gibi, tipki Guneydogunun Turk Milletinin mensubu olmaktan gurur duyan fertleri gibi hep Devlete, Laik Cumhuriyete, Vatanimiza sahip ciktilar, sadik kaldilar. Ac kaldilar, somurulduler, itildiler ama DEVLETE KURSUN sIkmadilar. Basbakan olarak siz; "size de anadilinizde yayin hakki verelim" dediniz, size; "hayir istemeyiz, biz anadilimizi zaten konusuyoruz, engel olan yok, iki dillilik Devleti parcalar yapma, catal kazik yere batmaz, biz Turk Milletinin mensubu olmaktan gurur duyuyoruz Tayyip Bey" dediler. Ozerklik, ayrilik asla istemediler. Milletin sirtina yapisan asalaklar gibi avantadan yasamadilar. Calistilar, kazandilar, vergilerini verdiler. Devlet gel dedi geldiler, ol dedi olduler. Ne daga ciktilar, ne eskiyalik yaptilar.

Buraya kadar tamam mi?

O zaman Kurt kokenli kardeslerimizin asla temsilcisi olmayan, bu katil surusu PKK ve siyasi uzantisi DTP ve hepsi yillardir Kurt kardeslerimizi somuren bu Asiret ve Aga bozuntulari ile ACILIM yaparken dikkatli olun. Yabancilarin ve tarikat kalemlerinin dediklerine inanmayin.

Ikinci istegim: TRT Ses'i kurdunuz yetmedi, Kurtce Ozel TV kuruyorsunuz. Benim ricam; Balkanlarda, Kafkaslarda, Orta Doguda, Afrika'da katledilen, soykirima ugrayan, yok edilen neslimizle ilgili tarihi gercekleri, yabanci kaynaklardan da yararlanarak ders kitaplarina koydurmanizdir.

Ulkesini seven, insanini seven, gulumsemeyi bilen, gulumsemenin iki kalp arasindaki en kisa mesafe oldugunu bilen bu mubarek insanlarin istegini insallah kirmazsiniz.

Saglik ve Basari Dileklerimle
Rifat Serdaroglu
0532 2110011
8.Eylul.2009

23 Ağustos 2009 Pazar

TÜRKÇE İLE OYNAMAYIN, TÜRKİYE BİTER!

TÜRKÇE İLE OYNAMAYIN, TÜRKİYE BİTER!
22 Ağustos 2009 ·
Kerem DOKSAT

Türkiye’de etnik ayrımcılık oyunu maâlesef fena hâlde tutmuştur. Ezilen Kürtler ve onları ezen Türkler yalanı maâlesef kollektif bir hezeyan hâlini almış, pek çok Türk “yâhu, biz de onlara çok etmişiz, haklı çocuklar” der hâle gelmiştir. Büyük medyanın dezenformasyon, misenformasyon ve cinsellik-saldırganlık dolu yayınları ile hipnotize edilen halkımızın basireti bağlandı.

Askerliğimi Diyarbakır’da 1991-1992 senelerinde yapıp, Silopi’ye kadar her tarafını gördüğüm bölgede daha o zaman işler berbattı. Halk sürekli olarak devletten şikâyet ediyor, alenî olarak Türk düşmanlığı yapılıyordu.

Kürt asıllı olmayanların işyerleri fâili meçhûl olarak taşa tutuluyordu, o zamanlar henüz şehir merkezinde pek fazla silâh atılmazdı. Atılırsa da, genellikle birbirleriyle geçinemeyen, kan davalı olan bölge ahâlisinin iç hesaplaşmalarından dolayıydı. Buna mukabil, daha o zamanlar dahi belli semtlere gitmememiz, hele askerî kıyafetle asla dolaşmamamız tembih edilmişti.

Halk çok câhildi ve okula çocuğunu göndermeyenler azınlık değil, çoğunluktu. Ortalama bir erkeğin üç ilâ altı karısı, her birinden de üçer beşer çocuğu vardı. Diyelim ki ortalama 5 alalım, 5×5= 25. Bir Kürt’ün ortalama 20-25 çocuğu vardı. Bundan çok daha yüksek “rekorları” gazete arşivlerinden okuyabilirsiniz. Eğitim ve âile terbiyesinden uzak, tamamen feodal ve dayaktan başka terbiye görmemiş bu çocukların antisosyal olmaktan başka çâresi yoktu; olmayanlar zâten ya kendi arkadaşları tarafından dayakla, şişlenerek vs. öldürülüyor, ya da dışlanıp psikiyatrik hastalıklara yakalanıyorlardı. Aynı modeli kullanarak bütün Türkiye’yi işgâl ettiler.

Özal’ın başında olduğu devlet, bölgeye muazzam teşvikler ve imkânlar sağlıyor ama bunları kapanlar hemen beyaz işine dalıyor ve/veya Batı’ya göçüp, yasadışı “işlerine” orada devam ediyorlardı.

Nüfus kontrolü asla uygulanamıyordu: 1) Zâten uygulanmıyordu; 2) Uygulanmaya kalkıldığında kadınlar feodal değerlerden dolayı asla müsaade etmiyorlardı. Çünkü er yetiştirince kocalarının gözüne girebiliyor ve diğer kadınların önüne geçebiliyorlardı. Üstelik kilometrekareye 10 CIA ve MOSSAD ajanının düştüğü bu bölgede, ne kadar câhil olursa olsun, hepsi de Kürt ırkçısı hâle getirilmişti.

Hiçbiri birbirini anlamayan yedi sekiz lehçenin buluşturulması çabaları da yoğundu; bugünlerde oldukça “muvaffak” da olundu!
Tarih 2009; sıkıysa gidip fiilen Güney Kürdistan hâlini almış olan bu bölgede bir lokanta, manav veya minibüs hattı açmaya, kurmaya çalışın. Yaşatmazlar sizi, her anlamda yaşatmazlar.

Şimdi Kürt Açılımı diye Kürtçe nâmı adlında dayatılan Kırmançice denen lehçenin bile yedi sekiz alt lehçesi var, onlar da birbirlerini anlamaz. Kürtçe diye bir dil olmadığı gibi, Kırmançice ve Soranice konuşan iki kişinin birbirini anlamadığını kimseler söylemiyor.

Ayrıca Zazalar da Kürt olduklarını kabûl etmezler. Diyarbakırlı bir tiyatrocu, Diyarbakır’da Kırmançice oynadığı tek kişilik oyununu, Tunceli’de Türkçe sahnelemek zorunda kalmıştır.

Şimdi anadilde eğitim diye dayatıyorlar; koskoca Başbakan bunu tenkit edenlere “namussuz, şerefsiz” diyebiliyor.
Türkiye, İspanya değildir.

Katalanlar çok zengin oldukları, İspanyollar da onlardan aşağı kalmadıkları için paşa paşa geçinirler ama Türkiye’deki (istisnalar hâriç) bütün Kürtler Türk düşmanı hâline getirilmiştir.

Türkçe’ye alternatif ikinci bir resmî lisan ilân ederseniz, Türkiye biter!

Şimdi ben Kırmançice bir aşk şiiri yazsam ve bunu büyük medyaya yollasam, başta Haberkürt, Skytürk, Taraf, Sabah gibi bütün kanallar veya gazeteler bayıla bayıla neşrederler.

Peki, kim anlar? Küçük bir grup dışında kimse!

Ama en çok beş on sene içerisinde çoğunluk anlayacaktır.

Çünkü Türkiye, Kürdiyeleştirilmektedir.

Türk harsı ve lisanı kaybolacaktır.

Bunları görmek için orta zekâlı ve okuryazar olmak kâfidir.

TBMM çatısı altında bölücü slogan atmak serbestken, Türk şehidinin anısına hürmeten pankart asanlar yaka paça gözaltına alınmaktadır.

Örnek mi?

Buyurun:
Geçen gün Hakkâri’de kaza sonucu mühimmatın patlaması sonucu şehit olan askerlerden Piyade Er Bahadır Han Solak’ın cenazesinde arkadaşlarının açtığı pankarta polis müdahale etti.

Hakkâri’nin Yüksekova ilçesinde kaza sonucu meydana gelen mühimmat patlamasında şehit olan dört askerden Piyade Er Bahadır Han Solak, Solak Âilesi’nin tek oğluydu (dikkatinizi çekerim, eğer Kürt olsaydı en az on tâne daha er vardı). Afyon Kocatepe Üniversitesi Elektrik-Elektronik Bölümü’ndeki öğrenimini yarıda bırakmış ve bir süre Tuzla Tersâneler Bölgesi’nde gemilerde çalışmıştı. Evlerine ve sokağa Türk bayrakları asılmıştı.
Solak, dün Maltepe Yusuf Ziya Üçüncü Câmi’sinde düzenlenen törenin ardından toprağa verildi. Cenazenin yakınlarında arkadaşları “Yemen yolu çamurdandır, sefertası bakırdandır, gemiciği olan bedel öder, şehidimiz fakirdendir” yazan pankart açtı. Pankartı açanları polis yaka paça gözaltına alındı.
Eğer Türkiye’de ikinci resmî lisan ilân ve kabûl ederseniz, bu memleketin sonu olur. Çünkü ne din ne de örf âdet, bir milleti millet yapan en önemli tutkal lisandır.


Bunu bile bile “açılıyorsanız”…


Demek ki yolunuz ve amacınız bellidir.

Mehmet Kerem Doksat

RAVİKA: Akhisar’da söylenen bir Drama türküsü

RAVİKA: Akhisar’da söylenen bir Drama türküsü
10 Temmuz 2009
2002 de bir köy kurulmaya başlanıyor Akhisar’da. Keskinoğlu Şirketler Grubu Manisa-Akhisar’da yaklaşık 100 dönüm kadar olan kendi arazileri içinde bir hayali gerçekleştirmeye başlıyorlar. “Güzel Ismayıl” olarak bilinen ve Keskinoğlu şirketlerinin kurucusu olan İsmail Keskinoğlu’nun 1900 yılında doğduğu Yunanistan’ın Drama kasabasına bağlı Ravika Köyü, bu projenin ilham kaynağı oluyor.
Dünya Gazetesi’nde 26 Haziran 2008 de Ahmet Çaldıran “Güzel Ismayıl” ve Ravika Köyü hakkında şöyle diyor:”Sizi hiç görmedim. Tanıma fırsatım olmadı. Hakkınızda çok şey anlatıldı. Anlatılanları dinledikten sonra, sizi yazmadan olmazdı. Ruhi Su’nun enfes ses ve yorumuyla yıllarca dinlediğimiz ‘Drama’ türküsünün anavatanından, yıllar önce gelip Akhisar’a yerleştiniz.

”Gezginliğinizin son durağı Akhisar’ı, kendinize vatan edindiniz. Artık, Akhisarlı’ydınız. Geriye dönüş mümkün değildi sizin için. Manisa’nın bu küçük ve şirin ilçesinde yaşamınızı idame ettirmek ve bu ilçeye yatırım yapmak sizin hayat felsefenizi oluşturuyordu. Yani, yaşadığınız yerden alıp, aynı yere yatırım yapmak sizin doğrularınızdı. Bu yolda bir adım duraksamadan yürüyüşünüze devam ettiniz. Her insan yaşamında zor anlar yaşar, bu bilinen bir gerçek. Fakat sizin yaşamınız daha da zordu! Hem yeni bir vatan, yeni bir yaşam tarzı ediniyorsunuz hem de ailenizi geçindirmekle yükümlüsünüz. Hayattan yılmamış olacaksınız ki, geriye değil hep ileriye dönük olarak yaşamınıza devam ettiniz.”


Köy meydanı ve muhtarlık

Mitolojiden Ravika’ya kadar gelirsek
Ravika Köyü ile ilgili olarak Keskinoğlu Şirketleri’nin sitesinde toplanan bilgiler şöyle: Yunan Mitolojisinin evi olan Olympos dağında toplantı vardı. Tanrıların Tanrısı, Kral Zeus, emir verdi, tüm Tanrılar toplanacaktı. Üç kardeş olan, Zeus, Hades ve Poseidon, Evreni pay edeceklerdi. Zeus, düzeltmek için, “gökyüzü ve dünyayı” istiyordu. Poseidon, “Denizi bana verin” dedi… “Yeraltı ve ölüm âlemi” Hades’e kaldı… Peki dediler, itiraz yoktu… Haber Tanrısı Hermes, durumu diğer Tanrılara bildirmek için, İda dağına çıkarak (Ayvalık yöresindeki Kaz dağı) borusunu kuvvetle üfürdü… Artık, 0lympos’ta herkes biliyordu. Dünya paylaşıldı.




Drama Yağhanesi (Çalışır durumda ve geleneksel sistemde, soğuk sıkma yoluyla yağ üretimi devam ediyor)

Bunun üzerine, Tanrılar Kralı Zeus, karısı Hera’yı da yanına alarak, iki beyaz atın çektiği, savaş Tanrısı Ares’in arabasına binip, Makedonya’da ortalığı kasıp kavuran, Mahşerin Dört Atlısı’nı, bulmak için yola çıktı. Ve dünyayı kana bulayan bu çılgınları buldular da. Birinci atlı; beyaz bir kısrağın üzerine oturup, başında tacı, Tanrının dünyası olan, yaşam ve umudu temsil etmek istiyordu. İkinci atlı, savaşın sembolü. Kan kırmızı bir küheylâna binip, elinde kılıcı, o harp senin bu harp benim diyerek ortamı kana bulamak sevdasında. Üçüncü atlı, elinde bir terazi, bindiği siyah atının üzerinden adalet kurmaya çalışıyordu. Yapabildi mi? Bilinmez. Nihayet dördüncü atlı, açlığın, sefaletin ve huzursuzluğun sembolü olan, soluk, kansız ve takatsiz bir atın üzerinde. Son darbeyi vurmak için harbin bitmesini bekliyordu. İşte, Zeus ve karısı Hera, bu adaletsizliği durdurmak için, Olympos dağından inerek, Makedonya ve Drama’nın yolunu tuttu.

Yağhanede sergilenen fayton (İ.Keskinoğlu ilk zamanlarında çok iyi bir araba yapım ustasıdır)

Kolağasının kurduğu belde II. Murat’ın yeniçerileri, 1430′da Balkan işgali için Selanik’e girdikleri zaman, Drama isimli kasabada, adı Namoğlu Mehmet olan bir Kolağası bıraktı. Mehmet Ağa sevilen bir Osmanlı subayıydı. Etrafına topladığı üç beş Türk asıllı aile ile birlikte, Drama kasabası civarında, Rumlarca terk edilen bir yerleşim birimini gözüne kestirerek, kökü yıllara uzanacak, barışçıl, millet ayrımcılığı yapmayan, kendisinden evvelki Rum idaresini aratmayan, insanca yaşamayı hedef alan, bir düzen kurdu. Ve bu düzen, hem onun zamanında ve hem de ondan sonraki nesillerce örnek alınarak yıllarca sürüp gitti. Kardeş gibi geçiniyorlardı. Bu şirin belde, yılların çarkında gelişip, aileler ile dolup taştı. Ve günün birinde bizim kahramanımıza yurt olacak olan, RAVİKA köyü kuruldu.

Şirin bir köy. Verimli yayla ve otlakları, etraf çağlayanlarıyla beslenen deresi, biblo gibi ufak ormanları ile tipik bir balkan yerleşim bölgesi. Hayvancılık ön planda. Bunu tütün ve ekin izliyor. İşte Ravika böyle bir köy… Ayrı dinlere bağlı köy halkı, hiçbir şeyde üstünlük taslamadan birbirlerine yardım etmek için yarış halindeydi. Ne Yorgo üstünlüğü, ne de Osman Ağa farkı vardı. Bölünen bir karpuzun iki yanı gibiydiler. Asla, Türk-Yunan bencilliği yoktu. Kardeş gibi geçinip gidiyorlardı. Kurulan RAVİKA köyü, Drama kasabasına bağlıydı. Mevsimlik hasatın satılması, bazı ticari ve sosyal işler, bu büyük kasabada yapılıyordu. Herkes, istediği zaman, serbestçe oraya giderek her türlü ihtiyacını karşılayacak durumdaydı. Osmanlıların idaresinde olan Drama kasabasındaki huzur, aynı köylerinde olduğu gibiydi. Hiçbir korku ve kısıtlama yoktu…

Köyün içindeki organik tarım yapılan sera ve korumaya alınmış anıt ağaç

Meydandaki Nalbant ve Marangoz dükkanları

Bakkal

Ravika bir fikriyat olarak yaşatıldı
Tarihsel dönemler itibariyle 1. Dünya Savaşı yılları ve Osmanlı’nın zor zamanları; çekilme, dağılma dönemleri. Savaş sırasında göçler, kayıplar, acılar. Sonra Lozan anlaşmasıyla yerler yurtlar ayrılıyordu. Ravika yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde değildi. Köydeki ailelerin bir kısmına Anadolu yolları görünmüştü. Adını duydukları ama hiç bilmedikleri topraklara yöneldiler. Acılar, özlemler, kaybolmalar, aniden yoksullaşan ya da zenginleşenler birbiri ardında sıralanıyor.

1924 yıllarında Yunanistan’dan mübadele yoluyla gelenlere muhacir deniyor. Her muhacir kendi yerini, yurdunu, çıkıp var olduğu kültürü kafasında taşıyarak yeni vatanlarında yer tutmaya çaba gösteriyorlar.

Çayhane

Zaman içinde fırtına diniyor ve ayakta kalanlar bildikleri işleri yaparak yeniden toparlanmaya başlıyorlar. İsmail Keskinoğlu’nun yurt özlemi bir yandan büyüyor.

Neden bir köy, neden Ravika?
Evet, bu soruyu ve soruya ait cevabı köyün girişini ifade eden kapının yanında yazılı olan belgeden aynen alıyoruz:

“Bir asırlık yaşamdaki mücadelenin, cesaretin ve başarma azminin ilk kazandığı yerdir.” Güzel İsmayıl” lakabının kendisine yakıştırıldığı yerdir. Babasızlığın getirdiği üvey anne hışmının eziyetlerine, kız kardeşi ile yılmadan direndikleri yerdir.


Geçmiş kullanımı ve mobilyalarıyla bir berber dükkanı

Çocukluk ve delikanlılığın özdeştiği, dostlukların yanında aşk ile kavgaların kaynaştığı yerdir.

Yaşanılanların getirdiği maceralarda, terk etmek zorunda kaldığı yerdir, dönmemek üzere geriye.

Ravika… Yunanistan’da, Drama’ya bağlı Türk ve Rum çiftçilerinden oluşan şirin bir köydür ve yeni bir asrın başlangıcı olan 1900 yılında İsmail Keskinoğlu’nun doğduğu yerdir.
Bir asırlık yaşamındaki mücadelelerin, maceracı ruhu, başarılarındaki azmi, bu köyde tüm yaşadıklarından aldığı özellikleri olmuştur.

Köy Odası şimdi aynı zamanda bir toplantı mekanı, konferans salonu

Ravika köyü Keskinoğlu ailesinde önemli yer tutar.

Bugünün temellerinde oradaki yaşananların önemi çoktur.

Keskinoğlu ailesi tarafından yaptırılan bu köy, Ravika’nın bir kopyası değildir. Ancak oradan kazanılan mücadeleci ruhun buraya aşılanması ile “Güzel İsmayıl’ın” yaşadıkları anıları işlenmiştir her bir yana.

Gelecek kuşak dedelerinin bugüne gelinmesinde yaşadıklarının hikayelerini unutmayacak, anılarına aşk ve dostluklarının yanı sıra yaşadıkları eziyetleri ve çileleri de ekleyecektir. Ravika’nın ruhunu taşıyan bu köy, Keskinoğlu ailesinin yaşanılanlara bakmasını sağlayacak, başarılarının altında yatan nedeni unutmayacaktır.

İsmail Keskinoğlu’nun Darama’da yaşadığı evin benzeri olarak yapılan konak

İ. Ksekinoğlu Konağından Köyün Meydanı

Sayın Sıdıka Keskinoğlu’nun, köyün oluşturulması ve projesinde öncülük ettiği, Keskinoğlu ailesinin tüm bireylerinin yapımına katıldığı bu köyde İsmail Keskinoğlu anılarıyla birlikte hep yaşayacaktır”

Görüldüğü gibi, bir tarih bilinci oluşturma ve onu nesneleştirme, geleceğe taşıma fikri esas olarak, köy projesini öne çıkarıyor. Yeni bir gelecek inşası aslında içinde bir geçmiş inşasını da içeriyor…

Ravika Köyü’nün yeniden doğuşu
Drama’nın Ravika köyünde doğan “Güzel Ismayıl” o günlerin savaş ortamında Türkiye’ye geliyor ve Akhisar’da mücadelesine başlıyor. Önce kesif başarısızlıklar ve Sakarya’da Adana’da verilen mücadeleler ve sonra başladığı nokta olan Akhisar’da bugünkü büyük tavuk, yumurta ve zeytinyağı imparatorluğunun kuruluşu…



Caminin içinden ve son cemamat yerinden şadırvan görünümü

Bir büyüme sürecinin ve bir ailenin isim yapma mücadelesinin hikayesindeki azim bir süre sonra çıktığı toprakları anımsamaya, doğduğu yeri anımsamaya, nostaljiyi hayata geçirmeye dönüşüyor.

İsmail Keskinoğlu 2001 de hayatını 101 yaşındayken kaybediyor. Aile onun anısına bugünkü Ravika Köyü’nü yaptırırken buna şu anda iki de müze ekliyor.

Süreci Keskinoğlu ailesi şöyle özetliyor: “Ailenin üçüncü kuşağı dedelerinin köyünü Akhisar da kurmaya karar verdiler. Temeller 2002 de atıldı. Keskinoğlu ailesinin adına Sıdıka Keskinoğlu ve Mimar Ercan Abaka Yunanistan’a giderek, Ravika Köyü’nü incelediler. Gezileri sırasında oluşturdukları fotoğraf arşivlerinden ve hala sapasağlam duran binaların mimari özelliklerinden yararlanarak kaynak oluşturdular. 1 sene süren detaylı araştırmalar sonucunda projeler hazırlandı. Akhisar’ın Kayışlar Kasabası’nda, yaklaşık 100 dönüm arazi üzerine projesi yapılan Ravika Köyü, Yunanistan’ın Drama Kasabası’na bağlı Ravika Köyü’nün aslına sadık kalınarak tam 2 yılda inşa edildi. Ravika köyü özenli ve uzun bir çalışmayla gündeme gelmiş oldu. Özellikle tavan ve duvar resimlerinde Balkan Mimarisi öne çıkıyor. Anadolu mimarisindeki motifleri de içinde yaşatan Ravika köyü bu iki ayrı kültürün birbirine ne kadar yakın olduğunun en hoş kanıtlarından.”



Köy Okulu ve Sınıfı

Ravika Köyü projesi kapsamında şu anda Drama Yağhanesi, köy muhtarlığı, berber, bakkal, manav, marangoz, demirci, nalbant, cami, ilkokul ve İsmail Keskinoğlu’nun eski Ravika’da yaşadığı evin benzeri konak ve bunları toparlayan köy meydanı şu anda inşa edilmiş ve ziyaretçilere hazır bekliyor. Yine bu alanın hemen yanında 2007 yılında eklenmiş olan İsmail Keskinoğlu müzesi ve onun yanında şimdilik tek katlı bir müze daha yer alıyor. Kompleks içinde bundan başka bir adet Mardin evi ve bir adet Bursa evi de yer alıyor. Köyün ve müzelerin çevrelediği alanın yakınında doğal yolla ekolojik tarım yapılan seralar ayrı bir özellik olarak bulunmaktalar.

Herşey biriktirmekle başlıyor ya da biriktirdikçe…
Bir yaşantının izlerini taşıyor diye biriktirmek ve saklamak, sonra bunları korumak, geçmiş yaşamın ayak izlerini hiç yok etmeden onların sürekli üzerinden gitmek farklı bir akıl yürütme biçimi şüphesiz. Bir yol çizmenin aracı olarak biriktirmek, yeni bir şey inşa etmek için geçmişi diriltmek, bir oluşumu perçinlemek için geriye dönüp genel tarih için “kişisel tarihi” yazmak, ontolojik bir çaba olarak görülmelidir.

İsmail Keskinoğlu Müzesi

Her yeniden var olmanın ve akabinde büyümenin, güç kullanmanın, gücü tesis etmenin bir kökünün bulunması, dayanaklarının ve nesnelere dayalı yazılı tarihinin oluşması şarttır.

İsmail Keskinoğlu bunu çok önceleri keşfetmiş ve bu yolda doğduğu yeri Ravika isminde özneleştirerek bugüne taşımış. Bazen bütün (bizdekinden farklı olarak…) dünyada müzelerin niye bu kadar fazla olduğunu düşündüğümüz olur herhalde. Uygarlık denen şeyin sadece akıl etmekle ve “şıp” diye kurulmadığı, birbirini takip eden olaylar ve birikimin sonucu olduğu biliniyor artık. Biriktirdikçe daha güçlü olunduğu söylenebilir bu yüzden.


Müzede yer alan İsmail Keskinoğlu’nun otomobil koleksiyonu

Gözlemcinin baktığı yerden
Ravika köyü için basında yazılan birçok yazıda İsmail Keskinoğlu’nun “doğduğu köyün aynısını” Akhisar’da yaptırdı diye yazıyor. Oysa köyün girişindeki kitabede yukarıda aktardığımız gibi “aynısı” değil, oradan izlenimler taşıyan, oranın ruhunu anlatan Balkan ve Anadolu mimarlığı öğelerinin kullanıldığı bu köy, fiziksel özelliklerinden çok taşıdığı anlamla öne çıkarılıyor. Bu bir anlamda “gözlemci” olarak bizim işimizi kolaylaştırıyor.

Gözlemci olarak işin hikayesinin anlatımından ve aktörlerin kendileri için kendi sunumlarını aktardıktan sonra bazı noktaları da irdelememiz gerekiyor.

Zira işin içinde naif bir köy ‘projesi’ var ama projeden çok öznenin kendisi anlatılıyor, dönemsel verilerin aktarımına ait belge sayılacak bilgiler arka planda flulaşıyor. Mimar var belki ama ismi “bir” yerde geçiyor, ailenin fertleri tarafından düşünülmüş ve neredeyse ’tasarlanmış’ olduğu söyleniyor. Ve söz konusu Ravika köyünün “projesi” belki de bizim bu “gözlem” bölümüz dışında mimarlık alanına hiç sürülmemiş gibi duruyor. Acaba niye? Yapılan iş, taşıdığı anlamı dışında hacim açısından az-buz bir iş değil ama bir mimarlık yayınına (mimdap bu konuda ilk oluyor) geçmiş değil henüz.

Köyün içinde her binanın yanında tanıtım yazıları var ve bu köy ve müze projesinin ilerleyeceği söylem olarak yer alıyor ancak mimari dilde ortaya konan bir plana şu anda rastlayamıyoruz. Umarız yakın zamanda ilgililer köyün şu andaki durumunu ve gelecekte alacağı şekle ilişkin bir planı izleyicilere sunarlar.

Mardin Evi

Bursa Evi

Bir adım daha atalım, projenin uygulaması ağırlıklı olarak taş-tuğla kullanılarak yapılmış ve ‘eski’ yapı tarzı ön plana getirilmişse de, özellikle ahşap işlerinde, dönemsel ahşap işleme ve süsleme tekniği ile alakası olmayan bölümler arada sırıtıyor. Kapıların bir kısmı, basit kabartmalar ve çıtalar, ahşap tavanlardaki süslemelerin bir bölümü için orijinalliğinin tartışılmasından çok basit ve gözleme, etüde dayanmayan ‘ucuz’ işler olması öne çıkıyor. Her ne kadar yukarıda bahsettiğimiz gibi “Drama’daki köyün aynısı”nın yapılmadığı söylendiği için proje; bu tür eleştirilerden bir anlamda muaf tutulmayı istemiş olsa bile, bu denli iddialı olunan bir konuda daha rafine araştırmalara ve daha titiz uygulamalara yer verilmeliydi.

Oysa berber, bakkal dükkanında, yağhanede ve konakta birçok mobilyanın seçimesi, eskiden kalan koleksiyonların sergilenmesi çok başarılı. Yine Keskinoğlu Müzesi bina olarak da sergileme düzeyi olarak da övgüyü hak ediyor. Hele içindeki araba koleksiyonu, bir benzeri daha var mıdır acaba dedirtiyor.

Dolayısıyla “gözlem”cinin baktığı tarafta mimarlığın daha fazla önemsenmesi gereği görülüyor. Köyün adı olan “Ravika”nın bir marka düzeyine yükseltildiğini, bütün söylemin bu marka etrafında döndüğünü fark ediyoruz.

Tavan detayı

Oysa Ravika’nın anlatılan hikayesi kadar ortaya konulan ürünün yapılış süreci, nedeni, tasarım fikri, temsil edilen geçmişle kurulan bağın niteliği kavramsal düzeyde dengeli bir şekilde ele alınıp, bu tarafı da ortaya konabilirdi.

Olumlu sayılabilecek bir “müze” köy yapma cesareti ve başarısı, umarız bundan sonraki Ravika’nın, ilerisi için planlanan yapım aşamalarında mimarlık boyutunu ifade etmeyi göz ardı etmeden gerçekleştirilebilir.

KAUNAK: http://www.mimdap.org/w/?p=21787

21 Ağustos 2009 Cuma

On Soruda RUMELİ’YE GEÇİŞ

On Soruda

RUMELİ’YE GEÇİŞ

Salla Rumeli'ye geçilip buraların fethedildiği düşüncesi, tamamen gerçek dışıdır. Karasi gazilerinin Osmanlı’dan önce Rumeli'ye sallarla geçip, yağmada bulunmalarıyla ilgili olaylar, Osmanlı'ya atfedilmiştir.

Erhan Afyoncu / Popüler Tarih / Kasım 2002 Sayı:27

1.Osmanlı, Rumeli'ye ne zaman geçti?

Osmanlı'nın Rumeli'ye ilk geçişi, 1353 ola rak gösterilir. Ancak bundan önce Osmanlı askerleri defalarca Rumeli'ye geçmiş ve burada faaliyet göstermişlerdir. Anadolu Türkleri Rumeli'ye ilk kez 1261'de Türkiye Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keykavus'la bera ber geçmişler ve Dobruca 'ya yerleşmişlerdir.

1308'de Halil isimli bir Türk'ün 800 süvari ve 2 bin piyadeyle Rumeli'ye geçerek burada Katalanlarla işbirliği yaptığını görüyoruz. İki yıl burada kalan Türkler, Anado lu'ya geri dönerken Bizans Ceneviz işbirliği sonucu yok edilmişlerdir.

Osmanlı kuvvetleriyse ilk kez 1322 yılında Andrenikos lar arasındaki iç savaş sırasın da Rumeli'ye geçtiler. 8 bin kişilik Osmanlı kuvveti ihtiyar Andrenikos'un ordusunda yer alıyordu. Bundan sonra 1329'da Palekanon Savaşı'nın ardından, Orhan Bey'in gönderdiği kuvvetler Meriç'in de nize döküldüğü yerin batısına çıktılarsa da başarılı olamadılar.

1331'de 15 bin kişilik bir Osmanlı kuvvetinin Trak ya'ya çıktığını görüyoruz. 1334'te yine Türk askerlerini Trakya 'da görüyoruz. Osmanlılar, 1352'den önce defa- larca ve büyük kuvvetlerle Rumeli'ye geçmişlerdir.

2.Rumeli'ye geçiş salla mı oldu?

Salla Rumeli'ye geçilip buraların fethedildiği düşüncesi, tamamen gerçek dışıdır. Karasi gazilerinin Osmanlı'dan önce Rumeli'ye sallarla geçip, yağmada bu lunmalarıyla ilgili olaylar, Osmanlı'ya atfedilmiştir. Ancak, Süleyman Paşa ile birlikte ve daha önce, Rumeli'ye binlerce kişilik Osmanlı kuvveti geçmiştir. Gelibolu'nun kısa sürede fethinin, buraya salla geçen 30- 40 kişinin başaramayacağı bir iş olduğu açıktır.

3.Gelibolu nasıl fethedildi?

Rumeli'ye geçiş, Bizans İmparatoru olan Kan takuzenos'un, Orhan Bey'den yardım istemesiyle başladı. 1344'ten itibaren Osmanlı, Bizans'taki iç çatışma lara müdahale etmek veya Bizans üzerinde baskı kuran Sırp ve Bulgarlara karşı mücadele ermek için, Rumeli'ye geçmeye başladı.

Daha önce ise Rumeli'de Aydınoğlu Umur Bey faaliyetteydi, Umur Bey, Bizans'a yar dım etmek için uzun müddet Balkanlar'da bulunmuştu. Ancak Haçlı donanmasının İzmir'i alması, onun bu fa aliyetlerini engelledi.

Umur Bey'in, Bi zans İmparatoru Kantakuzenos'a kendisi nin yerine Orhan Ga zi'yi önerdiği rivayet edilir. Kantakuzenos'un sık sık Osmanlı yardımına ihtiyaç duyma sı, gelecekteki bu tür seferler için Bolayır yakınlarındaki Çimpe'yi, askeri bir üs olarak Osmanlı'ya vermesine neden oldu (1352). Süleyman Paşa idaresindeki 8 -10 bin kişilik Osmanlı kuvvetleri derhal Rumeli'de faaliyete geçtiler.

Bir zelzele sonucunda Gelibolu ve civarındaki diğer ka lelerin yıkılması üzerine (2 Mart 1354), Karasi toprakla rında bulunan Süleyman Paşa, hemen harekete geçti. Mar mara kıyısındaki Kemer mevkiinden Gelibolu'ya geçerek bölgeyi tamamen fethetti. Ge libolu ve diğer kaleler tamir edildi. Anadolu'dan Türkler getirilerek iskân hareketi başlatıldı. Gelibolu'da bir köprübaşı kurulması, Osmanlı tarihinde bir dönüm noktası oldu.

4.Rumeli’nin iskanı nasıl yapıldı?

Osmanlı fetihleri, iskân siyasetiyle birlikte yürütülmüştü. Süleyman Paşa zamanında Rumeli'de tutunabilmek için başlatılan bilinçli iskân siyaseti, on dan sonra da devam etmiştir. Orhan Gazi'nin Bolayır'daki zaviyesine vakfedilen köylerin birçokları Türkçe adlar taşımaktadır. Malkara'daki köyler arasında; Bulgurlu, Esendük, Şeyh Halil, Yeğen, Pazarlu Bey, Kara Ahi, Ulamış gibi isimler göze çarpar.

Ahilerin ve dervişlerin zaviyeleri ve bunların reislerinin çiftlikleri yeni Müslüman köylerin çekirdeğini teşkil etti. Bu ilk yerleşme dö nemini, tedrici bir yer leşme takip ediyordu.

Osmanlı, Rumeli'de iskânı için, sürgün metodunu da geniş ölçüde kullanmış, bu metoda Konar-göçer aşiretlerin bilhassa Rumeli'deki köprü ve geçitlere yerleştiril mesi yoluna gidilmiştir. Fethedilen ülkeleri iskân ve imar için, idari ve mali birer müstakil müessese mahiyetinde olan vakıfları tesis de devletin kullandığı bir metottur. Bu yolla ıssız yerler canlandırılmıştır. Konar-göçerlerin der bentçi tayin edilerek derbentlerde iskân edilmesi, kendilerine ev inşa edebilmeleri için toprak verilmesi de bir iskân türüydü.

Rumeli'de iskân hakkındaki ilk kayıt, 1351'de Karesi topraklarından Gelibolu yöre sine ve daha sonra Hayrabolu'ya gelip yerleşen konar-gö çerlere aittir. Daha sonra 1385'te Saruhan'dan bazı aşi retler Serez taraflarına geçirilmiştir. Tatarlar ise ilk kez 1398'de Rumeli'ye geçirilmiştir. I.Bayezid devrinde aşiretlerin daha büyük ölçüde Ru meli'ye geçirildiği görülmektedir.

Süleyman Paşa'nın Rumeli' deki fetihleriyle deniz aşırı yeni bir Osmanlı sancağı, Os manlı Rumeli'si doğmuş oluyordu. Rumeli Beylerbeyliği'nin nüvesi olarak 'Paşa Sancağı', Süleyman Paşa tara fından kuruldu. 'Paşa Sancağı' tabiri de o dönemden son ra yönetimde yerleşti.

5.O dönemde Balkanlar' da durum neydi?

İç sorunlarını halletmiş olması ve düzenli fetih metotları nedeniyle Osmanlı, Balkanlar'daki genişlemede fazla zorluk çekmedi. Balkanlar'ın savunulması için, siyasi birlik gerekliydi. Oysa 14. Yüzyıl'ın son çeyreğinde, Bal kanlar siyasi bakımdan birlik halinde değildi. O devirde Balkanlar, birçok devletçik ve feodal senyörlüklerden oluşuyordu.

Bunların arasındaki rekabet ve çekişme, Osmanlı'ya karşı birlikte direnmelerini en gellediği gibi, Osmanlı devletine, 'bir yardımcı' ve daha son raları, 'hami' olarak nüfuz ve hâkimiyetini yayma imkanını verdi.

Balkanlar, Stefan Duşan (1331- 55) yönetiminde kurulan Sırp imparatorluğu vasıtasıyla birliğini kazanır gibi olmuştu. 'Sırp ve Rumların Çarı' unvanını alan Duşan, Makedonya, Trakya, Teselya ve Epir'i topraklarına kattı. Bul garistan'ı kendisine bağladı. Sınırlarını Akdeniz’de; Korfu, Ege ve Selanik'e kadar uzattı. Sırp Kilisesi'ni yeniden düzenledi. Rumca'yı resmi dil ola rak kabul etti. Bizans'ta eğitilmiş memurları idari işlerde kullanmaya başladı. 1349'da 'Duşanov Zakonik' kanunları kabul edildi.

Fakat bütün bunlara rağmen, Stefan Duşan'ın 1355'te ki ölümünün ardından, kur duğu devlet, hızlı bir şekilde zayıflayıp parçalandı.

Osmanlı'nın Balkanlar'da hamilik rolü, Sırp İmparatorluğu'nun zayıflamasından sonra başladı. İki güçlü devlet, kuzeyde Lajos'un (Alman ların isimlendirmesiyle 'Bü yük Ludwig'in; 1342- 1382) Macaristan'ı, batıda ve güneyde ise Venedik, siyasi par çalanmadan istifade ederek Balkanlar'da yayılma politikası güdüyorlardı. Bu iki devlet, Katolikliği de temsil ediyorlardı. Bu nedenle, hâkimi yetleri Balkanlar'daki halk kitleleri tarafından benimsenmedi. Fakat Osmanlı'nın politikası ve bu devletlere karşı mücadelesi, Balkanlar'da Katolikliğe set çekti ve Ortodoks mezhebinin yaşamasını müm künkıldı.

6.Balkanlar kan ve kılıçla mı fethedildi?

Osmanlı fetihleri kılıç tan ziyade, 'istimalet' (gönül çekme) diye adlandırılan uzlaştırıcı bir po litikayla gerçekleştiriliyordu. İstimalet, Müslüman olmayan yerli halkın çeşitli vaatlerle kazanılması sayesinde, Os manlı hâkimiyet sahasının ge nişletilmesiydi. Osmanlı yöne timi, yerli halka can ve mal güvenliği tanıdığı gibi, onları dinlerinde de serbest bırakı yor ve eski feodal yüklerinden kurtarıyordu.

Örneğin, Duşanov Zakonik kanunlarına göre, köylü haftada iki gün, prensin top rağında angarya olarak çalı şırken, Osmanlı yönetiminde, yılda sadece üç gün tımar sa hibi sipahinin toprağında ça lışma mükellefiyeti altındaydı. Osmanlı yönetimini kabul eden gayrimüslim halk, asker lik hizmeti yerine 'cizye' vergi sini ödediği takdirde, mal ve can güvenlikleri teminatı altı na yaşayabiliyorlardı.

Gazilerin akınlarından ka çarak, kalelere sığınan yerli halk, Osmanlı hâkimiyetinin yerleşmesiyle birlikte, düzenli bir devlet yönetiminin koru yucu güvenliğine kavuşuyor du. Fatih döneminde Mora ve Sırp halklarının yöneticileri, kendilerini despotlardan kurtarmak için, padişaha başvururlar, Osmanlı'nın Balkan lar'da kılıç ve ateşle yerleştiği iddiası, günümüz dünyasının bilimsel yayınlarında yer almamaktadır.

7.Osmanlı, Rumeli'ye nasıl yerleşti?

Osmanlı yayılışı tama men muhafazakâr bir karakter taşımaktay dı. Ani bir fetih ve yerleşme siyaseti yoktu. Fetihler sistematik bir şekilde çeşitli safhaları izleyerek yürütüldü. İlk safhası bir alışma ya da alıştırma dönemi olarak gerçekleştirildi.

Gazilerin daimi baskısı altındaki komşu senyörler ve ya devletler, bu bas kıdan kurtulmak için Sultan'ın tabiliğini ve ha raç ödemeyi kabul ediyorlar dı. Haraç miktarı ne kadar küçük olursa olsun, bir kere bu sistem yerleşti mi, Osmanlı, o ülke halkını İslam huku kuna göre kendi tebaası (ahl al-zimma) sayıyordu.

Tabiiyet bağlarının sıklaş tırılması ve nihayet yerli hane danın bertaraf edilerek, o ülkenin doğrudan doğruya bir 'Osmanlı Sancağı' haline geti rilmesi, siyasi şartlara ve orta ya çıkan fırsatlara göre olu yordu. Osmanlı fütuhatı, bu tedrici fetih politikasını 16. Yüzyıl'a kadar sürdürmüştür.

8.Rumeli'ye geçiş ne kazandırdı?

Rumeli'ye geçiş ve bura da şaşırtıcı bir bilinçle tutunulması, Osmanlı Beyliği'nin gelişimini sağlayan en önemli faktör olarak karşı mıza çıkmaktadır. Osman lı'nın Rumeli'deki fetihler so nucu zenginleşmesi, durgun bir ekonomik yapıya sahip Anadolu'daki diğer beylikle rin ahalisini ve askeri zümre lerini etkilemiş; böylece Os manlı'ya, gereken insan gücü nü sağlamıştır.

Osmanlıların Hıristiyanlara karşı Rumeli'de yürüttüğü, kutsal savaş yani gaza siyaseti onlara büyük bir ün ve iti bar kazandırmıştı. Osmanlı Beyliği gazi yönlerini Anadolu beylikleri arasın da çok iyi propa ganda yaparak, kendilerine saygınlık ve diğer beylik ler karşısında üstünlük kazandı.

Osmanlı'nın gaza siyaseti o kadar etkiliydi ki, Selçukluların mirasçılığına soyunan ve Anadolu'daki Türkmen beyliklerinin en bü yüğü olan Karamanlılar dahi, bu gaza siyaseti karşısında da yanamamışlardır. 1367’de Karaman Beyliği’nin önderliğinde, Türkmen beyliklerinin Latinlere karşı düzenlediği Gorigos Seferi, bu beyliklerin bir nevi güç gösterisiydi. 0smanlı'ya karşı, kendilerinin de büyük gaziler olduğunu ispat etmeye çalışıyorlardı. Memluklular tarafından da desteklenen bu sefer, sonuç vermedi ve başarısızlıkla bitti. Bu başarısızlık Karamanlıların nüfuzunu sarstı ve Osmanlı'yı tekrar ön plana çıkardı. 1387'de Karamanlıların Frenkyazısı Savaşı'nda ki yenilgileri, Batı Anado lu'daki Türkmen beylikleri üzerinde izledikleri siyasetin sonunu getirdi, bu bölgelerde Osmanlı nüfuzu açık bir biçimde hissedilir hale geldi.

9.Süleyman Paşa'nın konumu nedir?

İmparatorluğun kurucusu, devlete adını veren, Os man Bey'dir. Ancak küçük bir beyliğin böylesine büyü yüp gelişmesi ve diğer Anado lu beyliklerini nüfuzu altına alması, Rumeli'nin ele geçme siyle bağlantılıdır.

Bu yüzden, bir padişah dahi olmamasına rağmen, önce Karasi fethinde oynadığı rolle, ardından Rumeli'ye geçişi ve yerleşmeyi sağlaması nedeniyle, Osmanlı İmparatorluğu'nun gerçek kurucusu Süleyman Paşa'dır de nilebilir.

10.İmparatorlukta, 'anavatan' neresidir?

Söğüt ve çevresinde kurulmuş bir beylikti, Osmanlı Beyliği. Ancak tarihin gördüğü en büyük imparatorluklardan birisi olarak sahneye çıkması, bu topraklar sayesinde değil, zengin ve siyasi direnişlerin az olduğu Rumeli topraklarından dolayıdır.

Osmanlı Beyliği'nin yayılma alanı, Rumeli olmuştur. Devletin ana siyasi organizas yonunu sağladığı bölge de Rumeli'dir.

Osmanlı İmparatorluğu Rumeli'de öylesine sağlam bir yapı kurmuştur ki, Fetret Devri'nde, Anadolu toprakları çok kısa sürede elinden çıkarken, Rumeli'nin büyük bir bölümü elinde kalmış ve bu sayede varlığını sürdürebilmiştir.

Rumeli olmasa, Osmanlı İmparatorluğu da olmazdı. Bu yüzden Osmanlı imparatorlu ğu'nun anavatanı, Rumeli'dir.

Bu gerçek tam olarak kav ranamadığında, Osmanlı'nın "kendi anavatanı Anadolu'yu ihmal ettiği" yolundaki serzenişler, sıkça dile getirilen basmakalıp bir düşünce olarak karşımıza çıkar.

Osmanlılar fethettikleri bütün toprakları 'vatan' olarak benimsemişlerdir.

İlk yayıldıkları saha olan Rumeli üzerinde Türk ve İslam kültürüne ait eserler bu lunmadığı için, bu bölgelerde Osmanlı eserlerine sıkça rastlamak, doğal bir durumdur. Ayrıca Anadolu, daha önce Selçuklular ve beylikler tara fından çeşitli eserlerle donatıl mıştır.

KAYNAK : Popüler Tarih / Kasım 2002 / Erhan AFYONCU / Sayı: 27

Hazırlayanlar :

Tarihci http://www.tarihcininyeri.net

merakediyorum grubu üyeleri merakediyorum@googlegroups.com
Lütfen bu kısmı silmeyiniz, kaynak göstererek paylaşınız.

Saatlerce uğraşarak verdiğimiz emeği bir "Delet" tuşuyla yok etmeyin.

18 Ağustos 2009 Salı

'BALKANLARI ZİYARET İBADETTİR'

'BALKANLARI ZİYARET İBADETTİR'

Adapazarı Yazıları / Fahri TUNA

30 ADAPAZARILININ BALKAN SEFERİ -

(20-27 Ağustos 2006)

Makedonya Kalkandelen Harabati Dedebaba Tekkesi

'BALKANLARI ZİYARET İBADETTİR'

Irmak Kültür Sanat dergisi olarak 20-27 tarihleri arasında 30 Adapazarılının katıldığı bir 'Balkan Kültür Gezisi' düzenlemiştik.

Geziye yazar Selim Gündüzalp , şair İbrahim açılan, şair Yusuf Mısırlıoğlu ve eşi, Dahiliye Uzmanı Dr . Ayhan Aydın ve eşi SAÜ öğretim üyelerinden Bedizel Aydın , kız kardeşi anaokulu öğretmeni Zuhal Aydın , Taraklı Belediye Başkanı Tacettin Özkaraman, Söğütlü Belediye Başkanı Ertuğrul Özcan , Adapazarı Büyükşehir Belediyesi Meclis Üyesi / Mali Müşavir İmdat Akgünler ve ailesi, Adasu Genel Müdür Yardımcısı Muzaffer İşçioğlu ve eşi emekli öğretmen Aysel hanım, Adasu Personel ve eğitim Daire Başkanı Nurşen Gürarada, İşadamı Yakup Kuray ve eşi, memur Bahar Tanattı, Söğütlü Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Talat İr , Öğrenciler Bilal Çakacak, Çark'ın işletmecisi ve ilimizin popüler iş adamlarından Rahmi Sak 'ın annesi, ablası, amca oğlu ve eşi, Nisa Yıldız ve derginin Genel Yayın Yönetmeni Fahri Tuna 'yla ailesi katıldılar.

48 kişilik otobüste 30 kişinin olması büyük bir rahatlık getirirken, Anadolu 'nun bir bakıma 'mütemmimi' yani tamamlayıcısı/bütünleyicisi durumundaki Balkanlar 'ı görmek, tanımak kafile için önemli bir heyecan oluşturuyordu. Çünkü Yusuf Mısırlıoğlu 'nun deyimiyle 'Balkanları ziyaret ibadettir!'

Aslen Kırcaalili, Bulgaristan Türklerinin önde gelen şairlerinden, Kaynak dergisi Genel yayın yönetmeni Sabri Karagöz 'ü de Gebze 'den alıp yola koyuluyoruz.

OSMANLI 'NIN BİLİM ŞEHRİ FİLİBE 'FEYİZ

Pazartesi sabahı gün ağardığında Filibe 'deyiz; o Filibe ki, Osmanlı 'nın Balkanlardaki en önemli bilim ve Aydınlanma merkezlerinden biriydi asırlarca. Şair Sabri Alagöz 'ün rehberliğinde Filibe 'nin tarihi bölümü 'Osmanlı Mahallesini' geziyoruz. Her taraf buram buram Türk mimarisi kokuyor; ahşap, cumbalı evler, dar taş zeminli sokaklar... Bulgarlar sadece evlerin dış boyalarını değiştirmeyi başarabilmişler.

Oradan şehrin merkezindeki 'Cumayata' camiine iniyoruz; camiin adı 'cumanın atası' anlamında, bir de İmaret Camii ibadete açıkmış. Filibe 800 bin nüfuslu Bulgaristan 'ın 2. büyük şehri. 20 bin kadar da Türk yaşıyor. Bizi sevindiren bir şey var: 1430'larda yapılan Cumayata Camii , İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından restore ettiriliyor.Bilenler bilir; söz konusu caminin kubbesi 'ağır bir Deprem geçirmişçesine' çatlak patlaktı.

İki saatlik bir moladan sonra Sofya 'ya doğru yola koyuluyoruz.

'YOL KENARINDAKİ CEVİZLERİ

YEMEK CAİZ MİDİR?'

Sofya 'ya doğru ilerlerken enfes bir ovadan geçiyoruz. Her yan göz alabildiğince ova ve maalesef çoğu da ekili değil... Çoğumuz 'Osmanlı bu ovaları nasıl bıraktı' hayıflanması içerisindeyiz.

Yol kenarlarında daha çok 40-50 yaşlarındaki ceviz ağaçları var. Şair İbrahim Açılan tartışmayı başlatıyor: 'Bu cevizlerden yemek caiz midir değil midir?'

Arabada her kafadan bir ses çıkıyor: Kimi 'ne demek efendim, burası ecdat diyarıdır, elbette caizdir', kimisi de 'iyi ama bu ağaçlar en fazla elli yıllık, ecdadımız 1912'de buralardan çekildi , bizimkiler dikmiş olamaz cevizleri, haramdır' diyor. Derken İmam-ı Azam Ebu Hanife 'nin 'yola bakan ağaçlardan 1/3 oranında yenmesi caizdir' fetvası hatırlatılıyor... sonunda Fahri Tuna , 'ecdadımıza layık evlatlar olmalıyız' deyip 2 adet ceviz koparıyor ve 'özür dileriz, ağacın dalına asamadık' deyip ağacın dibine 2 Euro (3.7 lira) bırakıyor, tartışma da sona eriyor.

Sabri bey bize kısa sürede de olsa Sofya 'yı gezdiyor. Banyabaşı ve birkaç camii de saymazsak, neredeyse Türk izi kalmamış Sofya 'da...

Akşam yorgun argın Üsküp 'teyiz. General Tours sahibi Arkan Kerim 'in organizasyonuyla 5 ayrı şehirde 5 ayrı güzel otellerde yerimiz ayrılmış. Üsküp 'teki otelimizde iyice dinlendikten ve sıkı bir kahvaltıdan sonra Üsküp Kalesine çıkıyoruz. Enfes bir Osmanlı şehri Üsküp 'e kaleden göz atıp, Kosova 'ya Sultan Murat 'a yollanıyoruz.

'SULTAN MURAT TÜRBESİ 'NDE EKİP DAĞILIYOR'

Dağlık engebeli zor yolların ardından Kosova ovasında yol alıyoruz. Bizi SAÜ 'de yüksek lisans yapan Prizrenli Ergin Jable'yle MaMuşalı iki Türk genci karşılıyor, yol boyunca bize refakat ediyor.

Nefis ve göz alabildiğince geniş, verimli ama neredeyse hiç ekilmemiş bir ovada, Kosova ovasında ilerliyoruz.

Kosova 'nın başkenti Priştina 'dan geçiyoruz. Daha çok yeni zamanların şehri görünümü var, yüksek yüksek, biçimsiz apartmanlar filan... 10 km daha batıya gidip türbeye ulaşıyoruz.

'Sultan I . Murat ' mâlum, üçüncü Osmanlı padişahı, Kosova Meydan Muharebesi'nde (28 Haziran 1389'da) Kosova Gölovası 'nda Prens Lazar'ın komutasındaki Sırp Ordusunu yeniyor, Miloş Obiliç adlı bir Sırp , Osmanlı ordusuna sızıyor ve zehirli hançer ile Sultan Murat 'ı şehit ediyor.

İşte türbe orada, şehit edildiği noktada inşa ediliyor; hani şu başbakanımızın üç kez açmaya niyetlenip de – bilemediğimiz nedenlerle – bir türlü açamadığı türbe...

Türbenin avlusunda bizi Türk askerleri karşılıyor; bayan taifesi Mehmetçiklerin boynuna sarılıp 'hüngür hüngür' ağlamaya başlıyorlar. Ardından benzer duygusal görüntüler türbe içerisinde gerçekleşiyor.

I. SULTAN MURAT

ADAPAZARILIALRIN HEMŞEHRİSİ Mİ?

SAÜ öğretim üyelerinden Yrd . Doç .Dr. Bedizel Aydın , yazar Selim Gündüzalp , Taraklı Belediye Başkanı Tacettin Özkaraman ve Irmak dergisi Genel Yayın Yönetmeni Fahri Tuna 'yla Kosova Türk Televizyonu söyleşi yapıyor. Fahri Tuna , 'I. Sultan Murat bizim hemşerimizdir; Adapazarı ve çevresi babası Sultan Orhan 'ın fethidir, ayrıca sakarya Osmanlı hinterlandından gelen göçlerle oluşMuş bir vilayet ... Kosova 'dan Adapazarı 'na göçmüş çok sayıda hemşerimiz var. ' şeklinde konuşuyor.

Sultan Murat Türbesinin bayan türbedarına, yapımı planlanan müze için Adapazarı 'ndan getirilen 'ebru ' teslim ediliyor, türbenin güzel düzenlenmiş bahçesindeki 'Boşnak eriği'nden Adapazarı 'ndaki dostlara hediye edilmek üzere üç-beşer tane koparılıp Prizren 'e doğru yola çıkılıyor.

Prizren , Priştina 'nın 80 km kuzeyinde, Şar Dağlarının batısında kurulMuş Türk şehri.

Rehberimiz Prizrenli Ergin Jable'nin nefis anlatımıyla 80 kmlik dağlık yol bize 10 dakika gibi kolay ve güzel geliyor. Balkanların göbeğinde buram buram Türkiye kokan Prizren 'deyiz. Prizren 1990 öncesi 'neredeyse tümüyle 60 bin kişilik Türk' şehriymiş... O zamandan bu yana statü değişikliği, savaşlar vs.. sayım da yapılmamış... Bugün 120 bin kişilik bir nüfusu olduğu sanılıyor. Türk sayısı da 70 bin civarında. Ortasından büyükçe bir dere geçiyor, bir çay... Üzerinde köprüler vs... Yamaçlarda enfes camiler. Sinan Paşa , Maraş ... Prizren 'de 33 cami bulunuyorMuş.

DOĞRUYOL KÜLTÜR DERNEĞİ

30 AĞUSTOSA HAZIRLANIYOR.

Prof.Dr. Mustafa İsen 'in de önerisiyle Doğruyol 'dayız. Doğruyol Kültür Sanat Derneği 1951'de kurulMuş. Gerçek bir kültür sanat derneği. Başkanı İrfan Şekerci. Kafilemizi başkan yardımcısı Adnan Jilta'yla Yönetim Kurulu üyeleri ve 10-16 yaş arası 20 kadar kızlı erkekli bir koro karşılıyor. 80-100 metrekarelik salonda her yan Türk bayrakları, Atatürk posterleri ve Türkiye 'ye ait tablolarla süslenmiş.

Götürdüğümüz 100 kadar kitapla, ebru tablosunu hediye ediyoruz.

15 dakikalık bir gösteri-konser başlıyor. Gençler ellerinde Türk bayraklarıyla, nefis bir sunum yapıyorlar.

Kafilemizde erkekli bayanlı herkesin gözü yaşlı.

Grubu eğiten iki bayan öğretmen; Liriye Dişo ve Yüksel Pomak . Liriye hanım bizden özür diliyor:

'- Efendim çok özür dileriz. Eksikliklerimiz için bizi bağışlayın. Mâlum 8 gün sonra 30 Ağustos . Koroyu 30 Ağustos zafer Bayramına hazırlıyoruz da. Biraz daha çalışmamız gerek...'

Şair İbrahim AÇILAN;

'ÖZÜNÜZDEN ÖZÜMÜZE ÖZ KATTINIZ'

Gezilere şair ve yazarlarla katılmanın zevki bambaşka gerçekten...Hele eskilerin 'sehl -i mümteni' dedikleri 'kolay yazan/söyleyen' şairlerle yolculuk bir başka güzel.

Kafilemize Geyve 'den katılan Türkçe Öğretmeni-şair İbrahim Açılan, Prizren 'de ziyaret ettiğimiz 'Doğruyol Kültür Sanat Derneği 'nde 'yolda yazdığım şiiri okumak istiyorum' deyince 'buyur' ediliyor.

Oldukça duygusal bir şiir okuyan Açılan'ın 'Özünüzden özümüze öz kattığınız' mısraı salondaki herkesten büyük alkış alıyor. Akşam namazını Maraş Camiinde eda ettikten sonra yemeğe geçiyoruz. Balkanların 'kebap' dedikleri köfteleri çok meşhur; hem lezzetli hem de büyük; bizim 1,5 hatta 2 porsiyonumuza eşit. 'Beska Restaurant 'ta (Besim ' 'kebap'lanıyoruz, arından da kahveler... Beska 'Besim 'in yeri' anlamında.

geceyi şehrin 10 km kadar dışında, nefis bir göl karşısındaki otelimizde geçiriyoruz.

Demirci Feta EMİN:

' İstanbul BAŞ PRİZREN KUYRUK'

Sabah tekrar Prizren 'deyiz; yürüyoruz.

Sağda solda 50 sene öncesinin Adapazarı dükkanları; demirciler , bakırcılar , kalaycılar, berberler, oduncular...

Sanki Beypazarı , Odunpazarı yahut Traraklı'dayız.

Tek katlı dükkanının pencere dışına balta, keser , nacak, kazmaları dizilmiş bir dükkan önünden geçiyoruz. Selam veriyoruz. Tabelada 'Feta Emin' yazıyor. 'Nerden geldiğimizi' soruyor, 'Türkiye 'den Adapazarı 'ndan' diyoruz.

55-60 yaşlarındaki demirci ustası alnındaki terleri silip derin bir nefes aldıktan sonra:

'Dedi, benim, dede , büyük... İstanbul baş, Prizren kuyruk...'

Balkanların stratejisi herhalde en güzel ve en özet bu kadar anlatılabilir herhalde.

MAMUŞA BAĞIMSIZ TÜRK CUMHURİYETİ 'NE DOĞRU

Prizren 'in büyülü atmosferinden istemeyerek de olsa ayrılıp MaMuşa Köyü'ne doğru yol alıyoruz.

Balkanlara biraz ilgisi olanın mutlaka duyduğu/bildiği ve çokça merak ettiği bir yerdir MaMuşa . Prizren 'den 18 km batıya bir ovada yol alıyoruz. Her yan Sırplarla Arnavutların karşılıklı yakıp yıktıkları, kurşunlayıp bombaladıkları köylerle/evlerle dolu. MaMuşa 'ya yaklaştıkça yol fevkalade bozluyor; asfalt paramparça... Özellikle yapılmadığını öğreniyoruz.

MaMuşa adını 'Mahmut Paşa ', bir başka rivayete göre de 'Mahmut Şah 'tan alan bir köy. Köy dediysem 5600 nüfuslu, Türkiye 'deki bir çok ilçeden büyük... Bizi 'Hakan Market', 'Cengiz Otomotiv' gibi Türkçe tabelalar karşılıyor; çok şaşırıyor ve seviniyoruz.

Bizi bütün köy gençlerinin üye olduğu 'Alperen Gençlik Derneği 'ne davet ediyorlar. Yine sıcak bir karşılama, kucaklaşma, 'tavşan kanı' çaylar eşliğinde sohbet...

Ramazan , Kazım , Yalçın derneğin yöneticileri...

Onlar anlattıkça MaMuşa 'nın bir köy değil, Kosova 'nın ortasında 'bağımsız bir Türk Cumhuriyeti ' olduğunu fark ediyoruz.

Kütüphaneye getirdiğimiz 100 kadar kitabı ve 'ebru 'yu teslim ediyoruz.

İkramlar, dostluklar, dev Türk bayrağı altında fotoğraflar...

Biraz bize kırgınlar; 'niçin onlarda yemek yemedik' diye... 'İnşAllah bir dahaki sefere yemeğin kazasını yaparız' deyip, Makedonya 'ya Kalkandelen 'e doğru yola çıkıyoruz.

GOSTİVAR 'IN 10 BİN NÜFUSLU BANİSA SOKAKLARI İNLİYOR:

'EN BÜYÜK sakarya BAŞKA BÜYÜK YOK'

Ekibimiz Makedonya Kalkandelen Alaca Camii Önünde

KALKANDELEN ALACA CAMİİNDEYİZ

MaMuşa 'ya veda edip Kosova 'dan tekrar Makedonya 'ya geçiyoruz.

Şimdi 120 bin nüfuslu Kalkandelen 'deyiz. Makedonlar Tetova diyorlar; Arnavut Müslümanların hakim olduğu bir şehir Kalkandelen . Çok az Türk kalmış. Maalesef Milliyetçilik çok yoğun ve yine maalesef Kalkandelen Arnavutlarının en sık kullandıkları söz 'en iyi Türk ölü Türk'tür sözüymüş...

Bunları bize SAÜ 'de 'uluslar arası ilişkiler yüksek lisansı'nı tamamlayan rehberimiz Gostivarlı Abdülmecit Nurettin anlatıyor...

Önce Paşa Camii 'nde (Alaca Camii de diyorlar) cemaatle ikindileri eda ediyoruz. İçi dışı enfes boyalı bir cami Alaca Camii . Zaten Balkanlardaki camiler Anadolu 'dakilere oranla daha süslü ve özellikle minareleri daha heybetli. Hıristiyanlarla iç içe yaşamanın verdiği bir özellik olmalı bu.

HARABATİ TAHİR EMİNİ DEDEBABA VEFAT ETMİŞ

Alaca Camiinden Kalkandelen 'in en önemli ikinci Osmanlı eseri Harabati Dedebaba Tekkesine geçiyoruz.

Şar Dağları eteklerinde enfes bir Osmanlı eseriyle karşı karşıyayız; 500 yıllık Bektaşi Tekkesi mükemmel bir külliye; camii , teslim taşı, aşevi , fatımaevi, türbesi , zikirhanesi, hamamı , ambarhanesi, teferrüçhanesi (nefeslenme mekânı) vs. ile.

Geçmiş yıllardaki her gelişimizde ziyaret edip hediye getirdiğimiz Tahir Eminî Dedebaba'nın 2006 Ocak ayında vefat ettiğini öğreniyoruz. Şimdi yerine (posta ) Arnavutluk Tiran Bektaşilerinden Edmonton adlı bir şeyh oturuyorMuş ama o sırada yokMuş... Dolayısıyla tanışamadık... Eminî Dedebaba'nın gözü yaşlı hanımı bize türbeyi açıyor, başta tekkenin kurucusu Malatyalı Sersem Ali Dedebaba olmak üzere, bütün merhum Dedebabaların, en son Tahir Eminî Dedebabanın mezarları ziyaret edip dua okuyoruz.

22 kilometre güneydeki Gostivar 'a doğru yola çıkıyoruz.

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK İLKOKULU'NDAYIZ

Gostivar , Batı Makedonya 'nın ortalarında 90 bin nüfuslu bir kent. 60 bin Türk yaşıyor. Kentte yaşayan 30 bin kadar Arnavut ve Makedon da Türkçe biliyor. Yani Balkanlarda belki de herkesin Türkçe konuşabildiği ender kentlerin başında geliyor Gostivar .

Gostvar Meydanı'nda bizi daha önce sakarya 'ya gelen ekipten biyoloji öğretmeni Kazım Kazım , lise öğrencileri Gülcan Hasip , Ceyhan Zender, Ceylan Rakip ve Samiye Kasım karşılıyor. Bir de yanlarında bir okul müdürü var: Gülcahit Emin... Bizi müdürü olduğu ilkokula götürüyor; kapıda dev bir Türk bayrağıyla öğrenciler bize 'hoş geldiniz' diyorlar. Okulun adı çok ilginç ve çok güzel: Mustafa Kemal Atatürk İlkokulu.

Gülcahit bey bize okulunu gezdiriyor; okulun adı 2 sene önce – azınlık haklarının yasallaşması üzerine Gostivarlı Türklerin isteğiyle – verilmiş... Sanki Türkiye 'deyiz. Türkiye 'den 8 okulla 'kardeş okul' olMuşlar; resmi bayramlarda karşılıklı öğrenci kabulleri yapıyorlarmış.

Mâlumunuz Osmanlı 1912 yılında Balkanları terk etmek zorunda kalmış. Geçen 94 yldan bu yana ilk defa mehterimiz bu yıl 23 Nisanda bu okulda gösteri yapmış. Şehirde olağanüstü bir mutluluğa neden olMuş; Türkler sevinçten ağlamışlar. İstemeleri halinde 2007 yılı 23 Nisanında Adapazarı Büyükşehir Belediyesi 'nin mehterini getirebileceğimizi söylüyoruz. Çok seviniyorlar.

10 NÜFUSLU BANİSA KÖYÜ'NDE

DAVUL ZURNALI KARŞILAMA

Biz ilkokulu gezerken rehberimiz Abdülmecit bizden izin alıp hazırlıkları (akşam yemeği) gözden geçirmek üzere Banisa'ya gitmişti. Banisa, Gostivar 'ın 3 km bitişiğinde 10 bin bir Türk köyü. Aşağı ve Yukarı Banisa olmak üzere köy ikiye ayrılıyor.

Akşam saatlerinde köye giriyoruz; o da ne? Köyün girişinde 5 davul 5 klarnetle ve dev bir Türk Bayrağıyla karşılanıyoruz. Makedonya Türk Demokratik Partisi Genel Başkanı da karşılayan kalabalık arasında.

Göz yaşları arasında rehberimiz Abdülmecit Nureddin 'in evlerine doğru yürüyoruz. Bahçeye girdiğimizde muhteşem bir sofra bizleri bekliyor. Sonradan öğreniyoruz ki 5 aile bir araya gelerek hazırlamışlar yemeği.

Yemek yaklaşık 100 kişilik... 30 kişi biz varız zaten.

Aynı zamanda milletvekili olan Makedonya Türk Demokratik Partisi Genel Başkanı Dr. Kenan Hasibî ve Hadi Nezir de soframızda. Düğün çorbası, dört ayrı et, pilav, etli yaprak sarması, patates kızartmasından oluşan ana yemek tabağı, 'şopska' denen peynirli salata, üç ayrı meyve suyu, 5 ayrı çeşit tatlı tabağı...

Yemekler gerçekten harikaydı; ama yemeklerden daha harika olan sohbet ve kaynaşmaydı.

BANİSA'DAKİ ANA PROBLEM:

'NE OLACAK BU BİZİM TrabzonSPOR 'UN HALİ?'

Banisa'nın muhtarı Nasır Hasip adlı 50 yaşlarında bir Türk. Koyu bir Trabzonspor taraftarı. Grubumuzun Temel'i Yusuf Mısırlıoğlu ile tanıştırıyorum. Nasıl bir kucaklaşma, görmek lazım... İki dakika kadar sonra sohbete kulak verdiğimde Muhtar Nasır 'ın ağzından şu sözlerin döküldüğünü duyuyorum:

'Yusuf bey, ne olacak bu bizim Trabzonspor 'un hali?'

O gün için sadece bir puanı olan Trabzonspor 'a nazire yaparak;

'- Kolayı var, puan cetvelini ters çevirin lidersiniz' diyor Fahri Tuna . Yusuf bey cevaplıyor:

'VAllahi onu da denedim ama, gene ikinci oluyoruz...'

Daha önceki gelişlerimizden iyi biliyoruz: Makedonya 'daki Türk ve Müslüman Arnavutların % 75-80'i Galatasaray taraftarı. Nedeniyse basit. Cimbom 'un UEFA ve Süper Kupa şampiyonu olması. Kalan yüzde 20'nin büyük bölümü BJKlı, tek tük de Fenerli var. Ama Trabzonsporlu olanı ilk duyuyor ve soruyoruz:'Neden?'

Muhtar Nasir Hasip açıklıyor: 'Çok basit: Biz burada Anadolu özlemiyle yaşıyoruz, Trabzonspor da Anadolu 'nun sesi. Gerçi son yıllarda bizim takımda da yabancı transferler çoğaldı, başarı gelmiyor zaten..'

BANİSA SOKAKLARI İNLİYOR:

'EN BÜYÜK sakarya BAŞKA BÜYÜK YOK!'

Gostivar 'da, Banisa'da yoğun bir sakaryaspor sevgisi olduğunu biliyorduk. Nitekim geziye çıkarken Gostivarlı dostlardan İka Yusuf Ömürlü , Kazım Kazım ve Cihat Stafa'ya 'Adapazarı 'ndan ne istiyorsunuz?' diye sorduğumuzda söz birliği etmişçesine 'yeni çıkan Tatangalar dergisinden' demişlerdi. 25 kadar Tatangalar dergisini dağıtıyoruz. Yukarıdaki isimlere Ebrar Mazhar , Halil İmam, Zekeriya Hasip ve Abdüllatif Nureddin ve bazı arkadaşlarından oluşan gençler Tatangalar dergisini görür görmez hep bir ağızdan bağırıyorlar:

'En büyük sakarya , başka büyük yok!'

Adapazarı 'ndan 1200 km mesafede, Makedonya 'nın göbeğinde en az 10 kez tekrarlanan bu slogan, grubumuzun bir kez daha gözlerini yaşartıyor.

'Gosti' Makedonca 'da 'misafir' demekmiş, 'var' ise Türkçe zaten; özetle 'Gostivar ' misafir var demekmiş. Dünyadaki bütün Türkler misafirperverdir ama itiraf edebiliriz ki Gostivar Türklerinin bu konuda açık ara bir şampiyonlukları var.

GOSTİVAR 'DA 32 ÇEŞİT DONDURMA

28 ÇEŞİT PASTA

Yemek çay kahve sohbet karşılıklı hediyelerin ardından gece 23.00 civarında müsaade alıp Gostivar 'a, şehir merkezine dönüyoruz. Çünkü kafile başkanı Fahri Tuna yolculuk boyunca 'Gostivar demek dondurma ve pasta demektir' deyip durMuş, herkes de merak ediyor...

Balkanlarda neredeyse her şehirde II . Abdülhamit'in hediyesi bir saat kulesi vardır; elbette Gostivar 'da da. Hemen bitişiğindeki orijinal kubbeli camiin adı da 'Saat Camii '. Saat Camii ve Saat Kulesi bir caddeye bakıyor, şehrin en işlek caddesine. gece serinliğinde caddede yürüyoruz. 'Korza Pastanesi'ne dalıyoruz. O da ne? Sayıyoruz: Evet, tam 32 çeşit dondurma 28 çeşit pasta var. Üstelik çok çok ucuz...

Grubumuzdan herkes zevkine göre tadımlık – zira Banisa'daki muhteşem yemekten sonra kimsenin bir şey yiyecek hali kalmamış – bir şeyler yiyor.

'Grubun Temel'i Yusuf Mısırlıoğlu Korza'daki garsona soruyor:

'Du yu spik engliş?' Garson cevap veriyor:

'Zorlama ağbi kendini... Biz de sizin gibi öz be öz Türk'üz... Türkçe konuş!'

Dondurma ve pasta safahatından sonra Vardar Nehri 'nin çıktığı yerdeki otelimize yerleşiyoruz.

Hedefimiz Debre Kocacık Köyünde Atatürk 'ün babası Ali Rıza Efendi 'nin evini ziyaret...

KOCACIK , DEBRE , STRUGA , OHRİ , RESNE , MANASTIR , PİRLEPE

OSMANLININ KALBİNE YAPILAN YOLCULUK

KOCACIK 'TA ATATÜRK 'ÜN BABASININ EVİNDEYİZ

Cennet köşesi Gostivar 'dan güneye Debre 'ye yollanıyoruz. Bizim Sapanca Gölünü hatırlatan Mavrovo Gölü (ki aslında göletmiş) kıyısından türküler eşliğinde iniyoruz.

Rotamız önce Kocacık 'ı, bir başka deyişle Atatürk 'ün babası Ali Rıza Efendi 'nin evini ziyaret...

Daracık ve çok virajlı yollardan zar zor geçip nihayet Yukarı Jupa denilen yerleşime ulaşıyoruz. Bir minibüs tutup Kocacık 'a tırmanıyoruz.

Kocacık İlkokulu'nun karşısında Sabahattin öğretmenin kapısını çalıyoruz. 55 yaşlarında gönlü insan ve Türklük sevgisiyle dolu, güler yüzlü bir adam karşılıyor bizi; dostça, sevgiyle, ilgiyle.

Bugün 75-80 haneye kadar azalmış Konya Karaman Türklerinin en önemli yerleşimlerinden Kocacık hakkında bilgiler veriyor bize Sabahattin öğretmen. Hocamıza 'Atatürk 'ün babasının evi'ni soruyoruz.

Zevkle götürüyor bizleri gösterdiği yöne doğru.

ATATÜRK 'ÜN BABASINA YAPILAN VEFASIZLIK

'Aşağı mahallede'ymiş ev. Bilgi ala ala ilerliyoruz. Sabahattin öğretmen 18 yaşında taze bir öğretmen iken bu köye 1966 yılında atanmış. O günlerde yaşı 75-80 olan Kocacıklılardan Atatürk 'le ilgili bilgiler almış, onları naklediyor bize Sabahattin Hoca. 7-8 dakikalık bir yürüyüş ve küçük bir tırmanmadan sonra yerinde şimdilerde yeller esen bir kaya dibine geliyoruz. 'Atatürk 'ün babasının evi temel duvarları halinde buradaydı. Aile önce Serez 'e oradan da Selanik 'e göçtüğü için ev metruk durumdaydı. En son kalan duvarları da yıkarak yeniden yapmak istedik. Üsküp 'teki Türk Büyükelçiliğimize defalarca gittik. Bize delil getirin diyorlar; delili biz mi getireceğiz, Türkiye Cumhuriyeti devleti mi... Atatürkçü güya hepsi ama hepsi lafta. Son olarak Dünya Bankası Atatürk 'ün baba evini yeniden yapmak için bize 30.000 Dolar kredi açtı, tam yapmaya başlıyorduk ki, kredi geriye alındı. Moralimiz çok bozuk yani. Bu Atatürk 'e de babasına da yapılan büyük bir vefasızlıktır.' Bu sözler Sabahattin Sezayir'e ait.

Seayın Sezayir'in yaşlılardan naklettiğine göre 'Atatürk 'ün dedesinin adı Kırmızı Sakallı Ahmet Hafız ' imiş. Oğlu'nun adı da Al Rıza Efendi . Yaşlılar Ali Rıza Efendi 'nin köye zaman zaman geldiğini, Atatürk 'ün ise geldiğinin hiç hatırlanmadığını nakletmişler.

Atatürk 'ün babaevinin yerine yapılan küçük bir mermer tabelanın önünde hatıra fotoğrafı çektirip köyden ayrılıyoruz.

'STRUGA NEMA DRUGA',

YANİ 'DÜNYADA STRUGA GİBİSİ YOK' MU?

Yolumuz 20 bin nüfuslu Arnavut Müslüman yerleşimi Debre üzerinden Struga 'ya.

Ah güzeller güzeli Struga . Hani Makedonların meşhur deyimiyle 'Struga nema druga'; yani 'dünyada Struga gibisi yok...'

Struga , bizim Sapanca gölünün üç katı büyüklüğündeki Ohri gölü kısında, daha doğrusu gölün – bizim Çark Deresi misali – fazla sularını boşaltan Karadirim nehri etrafında kurulMuş bir sayfiye şehri. Nehrin hemen her 150 metre mesafesinde şık bir köprü var.

Yaklaşık 21.500 kişi yaşıyorMuş Struga 'da; 15.000 Makedon Hıristiyan , 5.000 Arnavut Müslüman, 1.500 kadar da Türk Müslüman yaşıyorMuş.

Struga mâlum, 'şiir akşamları'yla meşhur. 45. Struga Şiir Akşamaları'nı bir başka yazımızda aktaracağız.

2 katlı bahçeli, planlı, disiplinli evleriyle bir doğal güzellik cenneti Struga gerçekten.

O gece gölün nehirle kesiştiği noktadaki enfes manzaralı 'Drim Otel'de konaklıyoruz.

RESNELİ NİYAZİ BEY YİNE EVDE YOK

Makedonya 'nın güneyindeyiz ve doğuya doğru yol alıyoruz. Önce yarım saat mesafedeki Resne 'deyiz. Resne ovalık bir yerde 15-20 bin nüfuslu bir Makedon kenti. İçinde 3-5 bin de Türk yaşıyorMuş. Resne 'nin üç şeyi meşhur: Niyazi beyi, elması ve köftesi. Tokuz köfte yiyemiyoruz, elmaların olmasına daha bir ay kadar varmış, doğru Niyazi beye öyleyse.

Saraya yollanıyoruz; Niyazi bey gene evde yok... Nerede? Dağa çıkmış... Neyse bu kadar şaka yeter; Hürriyet kahramanı Resneli Niyazi bey, bilenler bilir, Talat , Enver ve Mustafa Kemal Paşaların çok önemli bir arkadaşı. İttihat Terakkicilerin Balkanlardaki en büyük destekçilerinden. Geyiği de meşhur; İstanbul 'a bile geyiğiyle gelirmiş...

Sarayı ve evi hala korunuyor. İki katlı muhteşem görünüşlü görkemli sarayını devlet müze, sanat galerisi ve radyo merkezi yapmış. Geziyoruz.

HİCRAN KENTİ ZAVALLI MANASTIR

Yarım saatlik bir mesafeden sonra Manastır 'dayız. Makedonların diliyle Bitola 'da. 250-300 bin nüfusuyla ülkenin 2. büyük kenti Manastır . Bir asır önce neredeyse tümüyle Türk şehriyken bugün 2-3 bin Türk ya var ya yok...

Manastır Osmanlı 3. Ordusunun merkezi olMuştur uzun yıllar; o nedenle her yan ecdat yadigarı görkemli binalarla dolu; Atatürk 'ün askeri idadiyi okuduğu güzelim bina 'Bitola Müzesi ' bugün, İkinci katının yarısı devletimizin kurucusuna ayrılmış çok şükür; fotoğraflar, giysiler, büstler, güzel düzenlenmiş... Manastır

Dragor nehrinin kenarında kurulan Manastırda bizi ilkin II . Abdülhamit'in yadigarı bir saat kulesi karşılıyor ama onun da tepesine haç takılmış. Cuma ezanı okunmak üzere. Her yan minarelerle dolu ama tek açık cami 1481'de Kadı İshak beyin yaptırdığı İshakiye camii. Ona da şükür deyip cumaları eda ediyoruz. Suyun karşısındaki Yeni Camii 1553 Kadı Mahmut tarafından yapılmış ama bugün sanat galerisi . Az ilerideki Haydar Kadı Camii de depoyMuş. Osmanlı Bedesteni (Çarşısı) metruk bir halde, boyaları her tarafı dökülüyor; bize küskün ve sitemli bakıyor gibi geliyor.

İçimiz parçalanarak 'büyük sokak' dedikleri bizim Çark caddesine benzer hareketli caddeden yürüyoruz. Solda önümüze çıkan rektörlük binası da bizden kalma. Osmanlının ilk sinema filmini çeken Manaki kardeşlerin heykeli de sağımızda; bir de müze var arkasında.

PİRLEPE KANATLAR KÖYÜNE KANAT GERİŞİMİZ

'Hüzün şehri', 'hicran şehri', medeniyetimizin neredeyse tam anlamıyla 'tuş olduğu' şehir Manastır 'dan ayrılıp bu kez kuzeye yani Pirlepe'ye doğru yönleniyoruz. Hani asker tarif etmiş ya: 'Bir tepe, iki tepe, üç tepe, aştın mı Pirlepe' diye.

Pirlepe biz Adapazarılılar önemli bir yer. Rahmetli Köfteci İsmail ve oğulları , Tak Tak Lokantası , daha bir çokları hep Pirlepeli. Şehirde artık Türk de Arnavut Müslüman da kalmamış. Öğreniyoruz ki Manastır ve Pirlepe'de 200 köy varmış; sadece 2 köy Türk-Müslüman köyüymüş: Budaklar ve Kanatlar. Biz de o nedenle Kanatlar'a bizim 'Kaniye'yle Saniye'nin köyüne' gitmeye karar veriyoruz. 230 haneli köyde muhteşem bir karşılanışımız var; önce Türk bayraklı otobüsümüzle bize köy sokaklarında tur attırıyorlar; ardından ayranlar, börekler, kavun karpuz... Sanki Anadolu 'da Konya ovasında bir Türkmen köyündeyiz. Bütün Makedonya Türk evlerinin aynısı burada da mevcut: evlerinin giriş kapısı üzerinde büyü birer ay yıldız var.

Köylüyle hatıra fotoğrafı çektirip göz yaşları ve 'bizi unutmayın ne olur' sözleri arasında veda edip ayrılıyoruz.

Niyetimiz Kınalı 'ya ve Mecitli'ye gitmek ama arabadakiler 'çok yorulduk, bir dahaki sefere' deyince Ohri 'ye yollanıyoruz.

OHRİ 'DEKİ OSMANLI KONAĞINI

MAKEDON MÜZESİ OLARAK PAZARLIYORLAR

Evet; Ohri 'yi es geçmiştik; çünkü orayı ikindi sonrasına bırakmıştık. Yaklaşık bir saatlik bir yolculuktan sonra tekrar – kıyısından geçtiğimiz – Ohri 'deyiz.

Ohri – Makedonların deyimiyle Ohrid -, Sapanca 'nın 3 katı büyüklüğünde yer yüzü harikası bir göl. Gölün güneyi Arnavutluk , kuzeyi ise Makedonya 'nın. 50-55 bin nüfuslu Ohri şehri de adını kıyısında kurulduğu gölden almış. 5 bin kadar Müslüman Türk ve Arnavut kalmış şehirde.

Akşam güneşiyle birlikte muhteşem bir güzellikle karşılıyor bizi Ohri . Sahilde yürüyor, hatıra fotoğrafı çektiriyoruz. Kıyıda 'Kiril Alfabesi'ni kuran Kiril ve Methody kardeşlerin heykeli. Kent müzesine gitmeliyiz. Osmanlı sokaklarından geçiyoruz; yemin ederek söylüyoruz ki sanki Safranbolu 'da, Taraklı 'dayız; sadece göl fazla.

Üç katlı harika bir konağa giriyoruz; Ohri Kent Müzesi 'ne. Girişteki bilet satan görevli bize burasının bir Makedon evi ve Makedon medeniyetini müzesi olduğunu anlatıyor; biz de – argo tabirle – 'yedik yani..' Ocaklar, yüklükler, lambalıklar, hamamlıklar, çatı katındaki taVan süslemeleri de açıkça gösteriyor ki, konak -müze tam bir Osmanlı Ağasının konağı.

Sonra Osmanlı çarşısındayız. Akşam namazını Tekke camiinde eda ediyoruz. Halvetilik (tekke geleneği) can çekişse de az çok sürüyor Makedonya 'da; güzel bir Osmanlı geleneğinin izlerini görüyoruz. Çınar meydanında 'tavşan kanı' çayları içip 12 km mesafedeki Struga 'ya (otelimize) yönleniyoruz.

Ertesi sabah da Üsküp , Sofya , Filibe üzerinden Edirne 'ye hareket ediyoruz.

Kaynak: SanatAlemi.net

Tarih: 14:00:28 13.07.2008

http://www.porttakal.com/haber-balkanlari-ziyaret-ibadettir-30429.html