Avrupa Avrupa Dediğimiz

21 Temmuz 2009 Salı

KUDÜS-Ü MAZLUME

KUDÜS-Ü MAZLUME

Celaleddin GÖKÇEK

2 günlüğüne iş için gitiğim 3 dinin kutsal mekanı Kudüs'te fırsat bularak bir çok kutsal mekanı ziyaret ettim. Bir zamanlar (1973'e kadar) tüm Hacı'ların ziyaret ettiği Mescid-i Aksa bugün boynunu bükmüş ve sadece benim gibi Acı'lara kalmış.
Bu benim 2. gidişim. İntifada'dan sonra her şey çok değişmiş. İşin siyasi boyutunu bırakın, kültürel boyutunda dahi anlaşılması gereken çok şey var.
Bu ziyaretimde Hz. Süleyman mescidinden Armageddon'a kadar kafamda olan, eksik bilgilendirme ve cehalet sonucu oluşmuş bir çok soru işaretini çözebildiğimi sanıyorum. Sadece dini hassasiyetleri olan insanların değil, Orta Doğu ile ilgilenen herkesin bilmesi gerektiğine inandığım bu notları sizlerle paylaşmak istedim.

Kudüs:
Müslümanların ilk kıblesi Mescid-i Aksa Harem-i Şerif ve Efendimiz A.S.V.'ın Mirac'a çıkış noktası (Kubbetüs Sahra) dolayısıyla çok önemli...Tabii ki bazı farklılıklarla Yahudi ve Hristiyanlar için kutsal olan yerler Müslüman inancında da var. Yani aslında bu şehirdeki herşey Müslümanlar için çok anlamlı.
Hristiyanlar için Hz. İsa'nın doğum (Betlehem - Arapça Beytüllahim) ve ölüm noktası, kutsal kabri (Kıyamet Kilisesi) (Müslüman inancına göre ölmedi ve İslam itikadı üzere dönecek) burada.
Yahudilerin Dünya'daki en önemli hatta yegane kutsal noktası Ağlama Duvarı (Hz. Süleyman mabedinin bugüne ulaşan tek kalıntısı) ve Armageddon'un başlayacağı yer Tur Dağı. (Zeytin Dağı)
Bu saydıklarımın Betlehem ve Tur Dağı hariç hepsi Kudüs Eski Şehir (Old City - El Medinet El Kadime) surları içinde yürüme mesafesinde, diğerleri de çok yakınında. Kudüs'ün de İstanbul gibi surları var. Sur içinde daracık sokaklar ama ilahiyat anlamında inanılmaz renkli görüntüler var. Herkes bir telaş içinde ibadete koşuyor. Haç taşıyan Hristiyan Hacı'lar mı istersiniz, uzun saçlı şapkalı, takkeli Yahudiler mi yoksa aksakallı Müslümanlar mı.. Mormon'undan Kıpti'sine kadar her türlü inancın bir köşesi var.
Kudüs haricinde kuzayde Betlehem, güneyde Hz. İbrahim ve Hz. Yusuf'un kabirlerinin olduğu Hebron (El Halil), batıda Hz. Musa makamı, doğuda Hz. Nuh makamı da çevrede.

Önce sur içinden başlayalım. Aşağıdaki Resim-1a ve Resim-1b de sur içini ve Tur dağını, diğer resimlerde bunun detaylarını göreceğiz.


Resim-1a

Surların sağ önünden sağ arkasına uzanan önde Mescid-i Aksa (küçük yeşil kubbeli, arkaya doğru uzanan dikdörtgen) arkada altın kubbeli Kubbetüs Sahra'nın olduğu saha Müslüman'lara açık Harem bölgesi. Maalesef intifada (Filistin'lilerin İsrail işgaline karşı çıkış eylemi, yıl 2000) başladığından beri "savaş var" gerekçesi ile İsrail askeri istediği gibi girip çıkıyor. Dilediği zaman nümayiş olmasın gerekçesi ile kapatıyor. İçeriye hiç bir vakitte ulaşabilenlerin sayısı 3-4 saf cemaati geçmiyor. Kubbetüs Sahra'dan Mescid-i Aksa'ya dönerseniz yönünüz Kıble (Mekke) yönü. Bu sahayı uzun uzun anlatacağım.

Kıble yönünde Kubbetüs Sahra'nın hemen sağ yanı ve altında kalan duvar Yahudilerin kutsal noktası Ağlama Duvarı (Western Wall). Burayı ve Hz. Süleyman mabedini uzun uzun anlatacağım.

Bu resmin sağ arkasında görünen ve üzerinde bir kule olan dağ Tur Dağı. (Zeytin Dağı) Burası Hz. Musa'nın Allah C.C. ile konuştuğu yer. Rabia Sultan Ana'mızın türbesi burada. Normalde kilitli ama bekçiyi bulup biraz yalvarırsanız anahtarı veriyor. Son derece bakımsız, Garip öpe-koklaya temizlemeye çalıştı beceremedi.


Resim-2

Bu dağın Kudüs sur içine bakan yamacına dikkat edin, burası Yahudi Mezarlığı. Resim-2 de bunu daha net göreceksiniz. Yahudi inancına göre kıyamet (Armageddon) koptuktan sonraki yaşam da bu dünyada olacak. Herkes ölecek ve sadece Yahudi'ler kalacak. Tüm ölmüşleri dirilecek ve bu dirilme Tur Dağı'ndaki bu mezarlıktan başlayacak. İnanın her gün Amerika'dan, Avrupa'dan, Japonya'dan cenazeler geliyor ve burada gömülüyor. İlk dirilecek olmanın fiyatı, o gördüğünüz mezarlıkta bir mezar yeri -isterseniz inanın- USD 100,000.-......


Resim-1b

Sur içinin tam ortasından biraz sola kayın, bir kulenin solunda bir kubbe var. Burası da Kıyamet Kilisesi. Müslüman inancına göre Hz. İsa'nın canına kasteden Yahudi'ler O'na benzer birini bulup öldürmüşler. Hristiyanlar ise öldüğüne inandıkları için burası onların acıları tekrar yaşadıkları bir haksızlık köşesi. Ağlayanlar mı istersiniz, kendini yerlere vuranlar mı. Hepsi samimi inançlı zavallılar. Onlar için içim parçalanarak bir tek şey diyebildim, Allah C.C. onlara İslam nasib etsin.

Ortasında Hz. İsa'nın çarmıha gerildiği nokta, Yahudi geleneği ile kefenlendiği yer (Shroud of Turin'i hatırlayın), Kutsal Mezarı, çevresinde ise Hristiyan Dünyasının birliğini (!) temsil eden Church of all Nations var. Burada hepsinin ayin salonu, manastırı ayrı ayrı olmak üzere Yunan Ortodoks, Ermeni Ortodoks, Vatikan'a bağlı Katolik, Süryani ve Kıpti kiliseleri var. Hepsinin kendine özgü mimarisi var, ibadetleri ayrı, sadece Christmas gibi kutsal zamanlarda ortadaki kutsal sahada buluşuluyor.

Resim-3 biraz daha geniş açılı, hem sur içi Kudüs'ü, hem de modern Kudüs'ü görüyorsunuz.
Bu topraklarda geçmişte çok kan akmış, gelecekte de akacağını söylemek kehanet olmaz.


Resim-3

Dünyaya indiğinde Kabe-i Muazzama'yı inşa eden Hz. Adem A.S. aynı zamanda Mescid-i Aksa'nın da ilk inşasını yapmış. Bu Mescid de Kabe gibi Nuh tufanında zarar görmüş ve M.Ö. yaklaşık 2000 yılında Hz. İbrahim A.S. tarafından tamir edilmiş. Biliyorsunuz Hz. İbrahim Hz. Süleyman, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed S.A.V.'in atası olduğu için özel yeri var. Kabe'nin bugünkü halini de inşa etmiş, mucizesi kuma çıkmayan ayak izlerinin taşa çıkması, halen Kabe avlusunda ayak izini taşıyan Makam-ı İbrahim var. Nemrut'un Urfa'da ateşe attığı ve ateşin yakmadığı Hz. İbrahim'in yaptığı Mescid-i Aksa, bugüne kısmen ulaşmış olan El-Aksa El-Kadim mescidi. Yani 2 tane Mescid-i Aksa var. El-Kadim olan eski mescid ve El-Cedid olan yeni Mescid.

Hz. İbrahim'den yaklaşık 1000 yıl sonra Hz. Süleyman zamanı... Hz. Süleyman tabii ki İslam inancına göre de Peygamber, mucizesi tüm hayvanların lisanını konuşması. Hz. İbrahim tarafından inşa edilen Mescid-i Aksa El-Kadim'i büyüterek her iki tarafta sınırlara kadar taşımış. Yahudi inancı, Hz. Süleyman'ın mirasına sahip çıkıyor. Hatta o meşhur 6 köşeli yıldız da Hz. Süleyman'ın mührü. Böyle olunca da Hz. Süleyman mabedi Yahudiler için çok önem arzediyor.

İslam zamanında Kudüs, İslamiyet'in ilk Kıble'si olmuş ve namazlar Kıbleteyn'e kadar Kudüs'e yönelerek kılınmış. Miraç hadisesi de buradan olunca ve Kudüs, Kabe-i Muazzama'dan, Medine-i Münevvere'den sonra en kutsal yer ilan edilince (Mescid-i Aksa'da kılınan 1 vakit namaz 500 vakte eşdeğer kıymette) İslam orduları "zenginlik" anlamına gelen Mısır'dan önce veya "Ortodoks kilisesi" anlamına gelen İstanbul'dan önce kudsiyet arzeden buraya yönelmiş.


Resim-4

Resim-4 Kubbet-üs Sahra'nın (Dome of the Rock) içeriden görünüşünü gösteriyor. Kubbet-üs Sahra'nın içinde tam merkezde dev bir taş var. Peygamberimiz A.S.V. bu taşın üzerinden Burak'a binerek Mirac'a yükselmiş. Bu taş, Hacer-i Muallak, hani havada asılı durduğu söylenen taş. Kısmen altına inebiliyorsunuz, gerisi kapalı.

Kudüs, ilk olarak Hz. Ömer tarafından fetholunmuş. Sur içinde Hz. Ömer mescidi var. Sonra tüm Hristiyan alemi ayaklanmış ve onların cihadı "Haçlı Seferleri" The Crusaders başlamış. Richard the lion hearted, Aslan yürekli Rişar Kudüs'ü geri almış ki ta Selçuklu Sultanı Selahaddin-i Eyyubi Hz. fethedene kadar... Yani Kudüs Hristiyan dünyası için "Haçlı Seferi" düzenleyecek kadar önemli...

Selahaddin-i Eyyubi Hz. Cizre'li kürt asıllı, devrin evliyası bir hükümdar. Kudüs fethi ile ganimetine 100,000 arap atı düşmüş. "Ben bu servetle yaşayamam" deyip sabaha kadar atları fakir halka sadaka diye dağıtmış. Öldüğünde ise kefen alınacak bile parası yokmuş. Kefen satan esnaf helallık vermese imiş o koca hükümdarın cenaze namazı kılınamayacakmış. Bugün bunları Kudüs'ün Müslüman halkından dinlemeniz, aralarında "ben Eyyubi nesliyim" diye iftihar edenleri görmeniz mümkün.

İşte Mescid-i Aksa El-Cedid'i inşa eden, Miraç'a çıkılan taşın üzerine Kubbet-üs Sahra'yı inşa eden Selahaddin-i Eyyubi Hazretleridir. Yapıldığı kot (elevasyon) Hz. Süleyman mabedinin üstünde kalıyor. Yani Mescid-i Aksa El-Cedid, Hz. Süleyman mabedinin harabesi üzerine yükselmiş. Kavga burada başlıyor...


Resim-5

Resim-5 de Mescid-i Aksa ve Hz. Süleyman mabedinden kalan tek duvar olan Ağlama Duvarını görüyorsunuz. Şimdi bu resimde Kubbet-üs Sahra (altın kubbeli sekizgen) önünde durun ve Kıble yönüne Mescid-i Aksa'ya yönelin. (küçük yeşil kubbeli dikdörtgen, El Cedid olan mescid) Ağaçlı avlunun sağ alt tarafı Yahudi ağlama duvarı. Mescid-i Aksa El Cedid'in sol tarafında alt kotta El-Kadim olan Mescid var. Bunun sol yanında ve aşağısında da Emevi Halifesi Mervan tarafından yaptırılan Mervan mescidi (aynen bizim yerebatan sarayı gibi). Bu mescid 3,000 kişi, El-Kadim mescidi 500 kişi, El Cedid mescidi 2,000 kişi, avlu da yaklaşık 10,000 kişi cemaat kapasiteli.


Resim-6

Resim-6 Mescid-i Aksa en arkadan girişi gösteriyor. Fotoğraf Kıble yönünde çekilmiş. Sol aşağıya inen merdivenler El Aksa El Kadim'e gidiyor. Daha sol ve daha aşağıda Mervan mescidi var. Hepsi aynı Harem-i Şerif sahası içinde ve hepsi İslam inancına göre girmemesi gereken Yahudi güvenliği tarafından "güvenlik" adına kirletilmiş vaziyette.


Resim-7

Resim-7 de Ağlama duvarının detaylarını görüyorsunuz. Ağlayanlar, kafasını takır-takır vuranlar... İçiniz parçalanır. En nihayet onlar da inanan insanlar. Samimi inanç ister istemez insanı etkiliyor, Allah'ım hepsine İslam nasip etsin. Bu sahaya Yahudi olmayan alınmıyor. Zorla girenin de pişman olmaya zamanı kalmıyor. Şimdi bu duvara diklemesine delikler açmaya başlayın. Adına da arkeolojik kazı deyin. İlerleye ilerleye Mescid-i Aksa El Cedid'e ve sonra El Kadim'e, temellerine ve Mervan Mescidi'ne varacaksınız. Temelleri çürüyen El Aksa yıkılırsa ne mi olur? Müslümanların kutsal Kubbet-üs Sahra'sı var ya...Hem bir çok Müslüman burayı Mescid-i Aksa zannediyor!


Resim-8

Resim-8 de Hz. Süleyman Mabedi'nin maketini görüyorsunuz. Hatta eğer Mescid-i Aksa yıkılacak olursa yerine yeni inşa edilecek olan Mabed...Tabii ki Yahudi geleneğine göre.
Kıyametinin ve ahiretinin Kudüs'te olduğuna inanan, bir Kabe'si olmayan Yahudi topluluğunun gözü Mescid-i Aksa üzerinde... Yahudi'nin Hristiyan ile bir zoru yok.

Şimdi yavaş yavaş Kudüs dışına çıkacağız.


Resim-9

Resim-9 Mescid-i Aksa çatısından Tur dağına bakıyor. Tam karşınızda Rus Mimarisi ile Maria Magdelena kilisesi. Tüm Hrisitiyan dünyasının burada bir hatıraları, "birşeyleri" var, sanki burası teolojik anlamda bir fuar alanı. Tur dağının sağ taraftaki yamacı Armegeddon'u bekleyen Yahudi mezarlığı. Tepede merkezden sağa doğru gidin, minare benzeri yer Rabia Sultan Ana'mızın türbesi.


Resim-10

Resim-10 Hebron (El Halil) Halil-ur Rahman şehri, Hz. İbrahim Mescidi. Burası Kudüs'e yarım saat mesafede. Bu mescidin müslümanlara ayrılmış tarafında Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. İshak ile beraber 7 peygamber yatıyor. Ön tarafı ise Yahudilere ayrılmış kısmı ve burada Hz. Yusuf kabri var. Yahudi inancında bizim için Peygamerimiz A.S.V.'ın atası olan Hz. İbrahim, "insani hataları olan" bir peygamber ama Hz. Yusuf, güzelliğin ve doğruluğun sembolü. Dolayısıyla O'nun kabri onlara ayrılmış..


Resim-11: Hz. İbrahim mescidinin mihrabı


Resim-12

Resim-12 de ise Ölü Deniz'i (Dead Sea, El Bahr ul Meyyit, Lut Gölü) görüyorsunuz. Burası aslında bir tuz gölü. Daha doğrusu doymuş tuzlu su çözeltisi. Yani "saturated brine"... Gölde yüzemezsiniz ama bağdaş kurup oturabilirsiniz. El Garip denedi. Burası dünyanın en düşük hatta "esfeli safilin" noktası. Akdeniz'e sadece 200 km ama Akdeniz'in tam 440 m altında. Lut gölü diye bildiğimiz, Lut kavminin helak olduğu yer. Doğuda 40 km ötede Ürdün / Amman +400 rakım, Batıda 40 km ötede İsrail / Kudüs +400 rakım. Nasıl bir çukur hayal edin. Bu çukurun her iki tarafı da Filistin diye bilinen yer. Batı tarafı (Batı Şeria) İsrail işgali altında, doğu tarafı Ürdün'de. Sınırı aradan geçen Ürdün nehri (River Jordan) oluşturuyor.

Burası dünyanın en temiz ve konsantre ham tuz yatağı. Gölün doğu yakası'nda Ürdün'lülerin işlettiği tuz yatağı dünyaya ham tuz satıyor, fiyatı "1" birim. Batı yakasında İsrail tuz işletmesi, ham tuzu rafine ediyor, gıda, teknik ve farmasotik kalitelerde dünyaya tuz satıyor, fiyatı "100" birim.

Şimdi yine Kudüs sur içindeyiz. Hristiyan hatıralarına bakacağız.

Aslında gerek Haçlı seferlerinin buraya akması, zenginlik akıtması ve gerekse Hristiyan dünyasının tek ortak paydası olması dolayısıyla burada çok Hristiyan eseri var. Ben en önemlilerini seçtim.


Resim-13

Buraya Hristiyan aleminden çok "Pilgrim (Hacı)" geliyor. Önce Meryem Ana Kilisesi'nden (Tur Dağı eteği) başlıyorlar, Kudüs'e yarım saat kuzeydeki Betlehem Doğuş Kilisesi'nde (Church of Nativity) Hz. İsa'nın doğduğuna inandıkları mağarayı öpe-koklaya ziyaret ediyorlar. Resim-13 bu mağaranın fotoğrafı. Zeminden bayağı aşağıda, bizim de sevgilimiz, Meryem Ana'mız nasıl saklanmış, neler çekmiş.

Hristiyan hatıraları hep acılı, hep çilekeş. Yollar Haç taşıyan insanlarla dolu. Hele Christmas zamanı tam şenlik olurmuş. Hz. İsa'nın son günlerini, Yahudiler tarafından kovalamacasını ifade eden bir ziyaret "tavafı" var ki sormayın. Tamamı sur içi Kudüs'te olan 14 durak (station) dan oluşan bu ziyarette Hz. İsa'nın tökezlenip düştüğü yerde kendilerini aynen O'nun düştüğü gibi yere vuruyorlar, çarmıha gerildiğine inanılan 13.durakta el ve ayaklarını çivileyen bile var.


Resim-14

Resim-14: Bu 13.durak, bizim inancımıza göre Hz. İsa'ya benzeyen biri, Hristiyan inancına göre Yüce Sevgili'nin ta kendisi burada çarmıha gerilmiş.


Resim-15

Sonra Yahudi inancına göre kefenlenmiş, (Shroud of Turin), ve Resim-15te gördüğünüz 14. durak Kutsal Mezar'a (Holy Sepulchre) konmuş. Bir rivayete göre Hz. İsa zannedilen ve öldürülen zat Kudüs sur dışında gömülmüş ama büyük çoğunluk burada olduğuna inanıyor.


Resim-16

Son olarak, duraklardan birini koydum. Resim-16daki 2000 yıllık zeytin ağacının Hz. İsa'yı gölge vererek ağırladığına inanıyorlar. Doğru mu bilmiyorum ama ben bu kadar güzel zeytin ağacı görmemiştim.

Sonuç....
Karmakarışık duygular... Eziklik... Hatırıma Medine Üniversitesi'nde yıllar önce tanıdığım Suriye asıllı bir akademisyen Hoca'nın sözü geliyor:
Araplar Türkler'i terk etti ve esir oldu,
Türkler İslamiyet'i terketti ve rezil oldu...
-------------------------------------------------
Bu gözlemlerimi e-posta yoluyla paylaştığım arkadaşların soru ve ilgilerinden şaşkın vaziyetteyim. Benim heyecan duyarak gezip araştırdıklarım sizlerin heyecanı yanında sönük kaldı. Biraz daha gezelim o zaman:


Resim-17

Resim-17 yine sur içine bu sefer tam Mescid-i Aksa tarafından bakıyor. Yeşil kubbe El Aksa El Cedid, sağa doğru 5 irili-ufaklı pencereli yer El Aksa El Kadim, onun daha da sağı ve aşağısı üstü surlu kısım Mervan mescidi. Sola doğru ilerliyoruz, burası Hz. Süleyman mabedi yıkıntısı, Ağlama duvarı bunun bitiminde aşağıda. Arkeolojik kazılar da bu eksende ilerliyor.


Resim-18

Resim-18 Kıyamet kilisesinin girişi. Daha önce içerisinden resimler gönderdiğim 13 ve 14. duraklar burada.

Sorulara Cevaplar:
1-İntifada 2000 yılında başlamış. Anlam olarak "dik duruş", "işgale itiraz" gibi anlamlar içeriyor. Şu anda fiilen okunduğu anlam ise karışıklık, her yerde savaş soğukluğu ve tedirginlik, özellikle Filistin kesiminin ezilmesi. Kim ne derse desin, savaş "soğuk"....
2-Kudüs'ün Arapçası El-Kuds, İngilizcesi Jerusalem, İbranicesi Yeruşaloym.
3-1973'e kadar tüm Hacı'ların -ki o zamanlar karayolu ile gidilirdi- ziyaret edebildiği bir yerdi Kudüs. İntifada öncesinde de kısıtlı ziyarete açıktı, mesela Emantur'un 4 günlük paketi vardı. Şu anda güvenlik gerekçesi ile o dahi yok. Ancak ticari amaçla gidilip ziyaret edilebilir. Kudüs havaalanı yine güvenlik gerekçesi ile kapalı. Tel Aviv'e inilecek, 45 dakika mesafede Kudüs'e ancak taksi ile gidilecek. Yol üzerinde 2 tane güvenlik check-point'inden geçilecek. Türk vatandaşları için sorun yok. Yeter ki Ramallah, Gazze gibi PNA Filistin Ulusal Otoritesi (FKÖ yerine geçen Devlet statüsündeki otorite) kontrolü altındaki yerlere "izin belgesiz" gitmeye kalkmayın.
4-Samimiyetle inancını yerine getiren insanlara saygı duyulmaz da ne duyulur?
5-İsrail'in karşısında kim var Allah aşkına? Yarın öbürgün senaryolardan birini uygulayacak olursa kim ne diyecek?

Şimdi genel notlarımız:
İlk Arap-İsrail savaşı'nda (yanılmıyorsam 1948) İsrail Kudüs sur sınırlarına kadar gelmiş ama içeri girmemiş. 1976'da sur içine girmiş ve doğuda ölü denize, batıda Sina çölüne kadar yürümüş. Mısır Enver Sedat ile barıştan sonra Sina çölünden geri çekilmiş ama 1980'de Tel Aviv yerine Kudüs'ü başkent ilan etmiş.
Ben sadece bir gezgin olarak yazdım. Duyduklarımı araştırdım, soruşturdum ama ben ilim sahibi değilim, tarihçi değilim, bir kusurum olduysa ki muhakkak olmuştur, affola, bir rezervasyon bırakarak değerlendiriniz.

"Via Dolorosa" Hristiyan Hacı'ların "Kutlu Yolculuğu" aşağıdaki yaşaya-yaşaya geçilen 14 duraktan oluşuyor. Bunları genel kültür olarak yazıyorum:
1-Yahudilerin Hz. İsa'yı ölüme mahkum edişi,
2-Hz. İsa'nın Haç'ı alışı,
3-Hz. İsa'nın Haç'ın altında düşmesi,
4-Hz. İsa'nın Hz. Meryem'i bulması,
5-Simon'un Haç'ı alması,
6-Veronica'nın Hz. İsa'nın terini silmesi,
7-Hz. İsa'nın ikinci kez düşmesi,
8-Hz. İsa'nın Kudüs'lü kadınlarla karşılaşması,
9-Hz. İsa'nın üçüncü kez düşmesi,
10-Hz. İsa'nın elbiselerinin yırtılması,
11-Hz. İsa'nın el ve ayaklarından Haç'a çakılması,
12-Hz. İsa'nın Haç'ın üzerinde ölmesi (Haşa),
13-Hz. İsa'nın Haç'ın üzerinden alınması,
14-Hz. İsa'nın kutsal kabre konulması.

Mekke-i Mükerreme Harem-i Şerif'te (Kabe-i Muazzama) kılınan bir vakit namaz diğer yerlerde kılınan 100,000 vakte, Medine-i Münevvere Harem-i Şerif'te kılınan bir vakit namaz 1,000 vakte, Kudüs'te Mescid-i Aksa'da kılınan bir vakit namaz ise 500 vakte eşdeğer.

Mekke, Medine ve Kudüs'ten başka Şam'da Emevi Mescidi, İstanbul ve Bağdat'taki İslam eserleri ile aslında büyük bir mirasa sahibiz. Bu zenginliğe karşılık Yahudi'lerin sadece ağlama duvarı var.

Dikkat ederseniz, Medine-i Münevvere'nin ağırladığı Alemlere Rahmet Peygamberi (SAV) den dolayı çok özel bir yeri var. Ama Mescid-i Aksa hep Kabe-i Muazzama ile beraber anılıyor. Kabe'yi inşa eden Hz. Adem A.S., El Aksa'yı da inşa ediyor. Kabe'yi tekrar inşa eden Hz. İbrahim A.S., El Aksa'yı da tekrar inşa ediyor. Kıbleteyn'de önce El Aksa'ya dönük başlayan namaz, Kabe-i Muazzama'ya dönerek bitiriliyor.

Yahudi'nin Hristiyan ile hiç bir problemi yok. Daha doğrusu Hz. İsa geldiğinde olmuş. Artık yeni ışık İslamiyet.

Bildiğim ne varsa yazdım, artık atacak barutum kalmadı.....

Hepinize saygılar.
Celalettin Gökçek
-------------------------------------------------

KUDÜS-Ü MAZLUME YAZISI ÜZERİNE

Kudüs-ü Mazlume yazısı üzerine aldığım düzeltme, tenkid ve tamamlayıcı notları bu yazıyı alan herkesle paylaşmak istedim.

Benim maksadım, kendi bilgisizliğim ve ve şu ana kadar olan ilgisizliğimden kaynaklanan rahatsızlığı ve doğru bilgilendirme üzerine kurulmuş notlara ihtiyacı vurgulamaya çırpınmak idi. Biz kendi kıymetlimiz, Kabe-i Muazzama ile anılan ilk kıblemiz Mescid-i Aksa hakkında bilgili ve ilgili değiliz, Yahudi ise dünyasını, kıyametini ve ahiretini bu eksene oturtmuş, harıl harıl kendi mabedini hazırlıyor, hem de bu manevi mirası yıkma pahasına. Bu çelişkiyi anlatabildi ise ne mutlu El Fakir'e...

Ben sadece bir gezgin olarak yazdım. Duyduklarımı araştırdım, soruşturdum ama ben ilim sahibi değilim, tarihçi değilim, bir kusurum olduysa ki muhakkak olmuştur, affola, bir rezervasyon bırakarak değerlendiriniz. Düzeltmeleri de seve seve yapacağım:

Bir Ağabey'imizden çok enteresan bir tamamlayıcı not dinledim. MÖ 597 yılında (Hz. Süleyman'dan yaklaşık 500 yıl sonra) Asur Kralı Nabukadnezar II, Kudüs'te kurulu Yahuda Krallığına (o zamanki teokratik Yahudi devleti) girerek Kral Yehoyakin ve krallığın tüm erkeklerini esir almış. Kudüs'ü ve Hz. Süleyman mescidini yerlebir edercesine yıkmış, ve esirlerini Babil'e sürgüne götürmüş. Ta ki Pers Kralı II.Kuraş 48 ila 70 yıl süren bu esareti bitirene kadar. Bakın bu hadisenin bugüne yansımaları neler:
Erkekleri esir edilmiş Yahudi toplumunun kadınları, nesillerini ve hayatiyetlerini sürdürebilmek için başka toplumların erkekleri ile evlenmelere başlamış. O zamana kadar "kan bağı"na çok önem veren ve ataerkil olan Yahudi toplumu, Babil sürgününden sonra anaerkil olmuş.
Babil sürgünü olarak anılan bu sürgün, bugün "Diaspora" (=dağılma Yunanca, sürgün) diye anılan gurbetin başlangıcı olmuş. Bir kısım Yahudi'ler, bunun Tanrı'nın bir lütfu olduğunu ve dünyaya yayılmaları gerektiğini düşünmüş ki bunlar bugünkü İsrail Devleti'ni tanımayanlar, diğerleri ise İsrail dışında kendilerinin inançları gereği yaşayamayacaklarını inancı ile ilk fırsatta geri dönmüş. Bu geri dönme süreci biliyorsunuz hala devam ediyor ve tartışılıyor.
Ağlama duvarında yapılan ibadet, ağlama ve kafasını duvarlara vurma, bir yanda bir günah çıkarma ama öteki yanda da mabedlerinin yıkılma zilleti için ağlama, bir daha olmaması için söz verme anlamına geliyor. Ağlama duvarı da zaten Hz. Süleyman mescidinden kalan tek hatıra.
Yahudiler tarafından Pers Kralı II.Kuraş (Krysos) Tanrı'nın atadığı kutlu kişi olarak görülüyor. Bunun için Humeyni rejimine kadar İsrail - İran ilişkileri hep özel bir ilişki olmuş diyen bile var. Hatta Irak - İran savaşında İsrail'in gizli gizli İran'a yardım ettiğini bile söyleyen var...(savaş Humeyni'den sonra olmasına rağmen)

Kudüs'ün 1187 yılında fethi ile ilgili olarak Selahaddin-i Eyyubi Hz.'ni Selçuklu Sultanı diye yazmıştım ama devrin Selçuklu Sultanı değilmiş. Kudüs'ü fethettiği, Kürt asıllı asilzade olduğu, Baba'sının Selçuklu Sultanı İmadeddin Zengi'ye yakın olduğu, kendisinin ilim sahibi olduğu hepsi doğru ama kendisi Selçuklu'lara hizmet eden bir komutan ve Suriye - Mısır ekseninde hüküm sürecek Eyyubi Devleti'nin kurucusu imiş. Devir Selçuklu'nun zayıfladığı ve Anadolu başta olmak üzere bölgede bir çok küçük Atabey'liğin hüküm sürdüğü, Haçlı Seferlerinin neredeyse bir yaşam tarzı haline geldiği, buna bölgedeki Müslüman Atabey'likler birarada karşı gelmeye çalıştıkları devir... Selahaddin-i Eyyubi Hz.nin Kudüs'ü fethetmesi ile III. ve en büyük Haçlı Seferi, "The Crusaders" Richard the lion hearted, Aslan yürekli Rişar komutasında başlamış ve Richard yenilerek "Richard the empty handed" olarak İngiltere'ye geri dönmüş. Bu düzeltmeyi hepimizin muhakkak tanıması gerektiğine inandığım Selahaddin-i Eyyubi Hz.'nin hatırasına hürmeten yazdım.

Bir önemli tenkidi Hz. İbrahim A.S. üzerine aldım, muhakkak detayını herkesin bilmesi gerektiğine inanıyorum. Yazıda şöyle geçmişti: Yahudi inancında bizim için Peygamerimiz A.S.V.'ın atası olan Hz. İbrahim, "insani hataları olan" bir peygamber ama Hz. Yusuf, güzelliğin ve doğruluğun sembolü. Dolayısıyla O'nun kabri onlara ayrılmış..Tenkid şunu diyor, Yahudi inancında Hz. İbrahim A.S. için ne isterse söylesin, O bizim için Peygamberlerin atası (Hz. Musa A.S., Hz. İsa A.S., Hz. Muhammed S.A.V.) ve ayrıca İslam inancına göre hiç bir Peygambere kusur atfedilemez. Yahudi inancını anlatırken dahi "haşa" demek lazım...

Kubbet-üs Sahra (Dome of the Rock) ilk defa Hacer-i Muallak üzerine basit bir çatı ve 4 girişten oluşan bir yapı ile Emevi Halifesi Mervan tarafından inşa edilmiş. Bugünkü altın kubbesini yaptıran daha önce yazdığım gibi Selahaddin-i Eyyubi Hz.

Hristiyan'ların Hz. Meryem'in Betlehem Doğuş Kilisesi'nde (Church of Nativity) Hz. İsa'yı doğurduğuna inandıkları mağara resmini göndermiştim. Bu Hristiyan inancı imiş, bizim inancımıza göre Hz. Meryem kendisini gizleyen (setreyleyen) bir ağacın altında doğum yapmış.

Hristiyanların kutsal yolculuğu Via Dolorosa'yı merak ve sorular üzerine safha safha yazmıştım. Bir tenkid de bunun üzerine aldım, bizim inancımıza göre diğer inançların detaylarını anlatmak uygun değilmiş.

Evangelist yaklaşımların günümüzde fiilen hüküm sürdüğüne inanarak (Hristiyan Dünyası ile Yahudi Dünyası'nı İslam Dünyası'na karşı ortak hedeflerde birleştirme politikası) Yahudi'nin Hristiyan ile hiç bir problemi yok demiştim. Artık yeni ışık İslamiyet olduğu için bütün kavga Mescid-i Aksa üzerinde yapılması planlanan yeni Mabed'de... Sanki Evangelizme itiraz eder gibi Mel Gibson tuttu "The Passion (of Christ) Tutku" filmini yaptı, film Hristiyan inancına göre Hz. İsa'nın son 12 saatini (haşa) anlatıyormuş ve perdeden oluk gibi kan damlıyormuş... Enteresan değil mi?

Bir tamamlayıcı not Sultan Abdülhamid Han dönemi üzerine... Osmanlı Devleti borç içinde ve Sultan kendisine ve ailesine ait mücevheratı Paris ve Londra müzayedelerinde satışa çıkarmış. Şahsi servetinin tamamını satsa bile Devlete ait borçların sadece bir kısmı ödenebilecek. Bu dönemde Theodor Hertz riyasetinde Yahudi Cemaat heyeti kendisini ziyaret ederek Sultan'dan kendilerine Filistin'de bir köy kadar toprak satmasını, bunun karşılığında Osmanlı Devleti'nin tüm borçlarını ödemeyi önermiş. Sultan'ın cevabını tahmin edersiniz: Değil bir köy kadar, bir avuç içi kadar satmam....
Ölü Deniz'i (Dead Sea, El Bahr ul Meyyit, Lut Gölü) anlatmış ve bir de resmini göndermiştim. Birisi, sıhhat derecesini bilmemekle beraber duyduğu bir Hadis-i Şerif'i nakletti. Sapık Lut kavmi üzerindeki laneti kastederek "Sizden birisinin yolu Lut Gölü'ne düşerse, başını çevirip bakmasın" mealinde imiş. Hadis araştırmacısı arkadaşlarımız kontrol edip beni de bilgilendirirlerse makbule geçer.

Yine bir başka Hadis-i Şerif 'te mealen "3 Mescid'de (Kabe-i Muazzama, Medine-i Münevvere ve Mescid-i Aksa) namaz kılan (en azından niyet eden) kişiye Cennet vacib olur" diyormuş. Hadis araştırmacısı arkadaşlarımız bunu da kontrol ederler mi...

Bir kardeşimiz, "Kudüs-ü Mazlume" ibaresini sormuş, aslında Kudus-u Mahzune diyecektim. Zira 1453'ten beri "işgal" altında olduğunu iddia eden Fener Rum Patrikhanesi bile dik dururken, Mescid-i Aksa'da 4 saf cemaat ya var ya yok.... Bundan büyük hüzün, büyük zulüm olur mu? Sırf bunu görmemek için ziyarete açıkken dahi "içim kaldırmaz" diye Kudüs'e gitmeyenleri tanıyorum. İslam dünyasının yerlerde sürünen durumuna karşılık Hac zamanlarında Kabe-i Muazzama'da cemaat milyonları geçiyor, Kudüs'te 4 saf ne demek? Yüce Rabbim bana kısmet etti, Kabe-i Muazzama'da azametini, Ravza-ı Şerif'te muhabbet-i Şerif'i, Vatikan'da süslü debdebeyi gördüm, Mescid-i Aksa'da ise sadece hüzün var. Osmanlı'dan beri yüzü gülmemiş, onun için "mahzune". Ama Harem sahası içinde silahlı Yahudi askeri görünce durumuna ancak "mazlume" diyebiliyorsunuz. Hele içinize önümüzdeki yıllar daha da zulum getirecek korkusu girdi ise...

Tel Aviv havaalanında özel bir arama cihazı var, normal arama cihazlarından farklı ve onlara ilave. Ucuna eldivenli eller hijyenik bir kumaş takıyor, dedektör gibi mesela kitabınız yaprakları üzerinde gezdiriyor. Sonra o uç ve kumaş 1 m3 hacminde koca bir cihazın deliğinden içeri giriyor, cihazdan kasa fişi gibi bir çıktı çıkıyor. Polis çıktıya bakıp "geçin" diyor. "Durun" deyince ne olur çok şükür bilmiyorum. Bu cihazı çok merak etmiştim, AIDS mi tarıyor, şarbon mu diye... Öğrendim ki patlayıcı taraması imiş. Kitapta ne işi var dedim. Efendim son 24 saat içinde silahlı birileri ile beraber oldu iseniz, veya siz silah taşıdı da bir yerlerde bıraktı iseniz, özellikle barutun kokusu kitaplara sinermiş, onu izlemek için bu cihazı kullanıyorlarmış. Anlayın yani, Yahudi istihbaratı nelerle uğraşıyor?



Celaleddin GÖKÇEK

2/22/2004
Osman Eroğlu
http://www.bura.org.tr/haberler/haberoku.asp?hid=24

18 Temmuz 2009 Cumartesi

KERKÜK VUSLATI

KERKÜK VUSLATI

Bir vuslat hikâyesidir bu aslında
İçimi sızım sızım sızlatan
İyi değilim dostlar bu aralar
Bir Kerkük akşamında tutsak kaldım
Kulağımda Telaferden Tuz dan patlalamalar
Kaldıramadım başımı Kafkaslara
Bir Karabağ feryadı yıktı ezdi beni
Kayıp çocuğunun yerini soran analarda
İyi değilim bu aralar dostlar
Ata yurdumdan Uygur haykırdı bana
Ölüyorum kavim kardeş yetiş diye
Atalarım Çin seddini aşardı da
Elime bayrak alıp haykıramadım
Milyonlarca meydanlarda olamadım
Ah bu acı dayanılmaz canlar
Akdeniz de bir ceylan yavrusu Kıbrıs
Beşparmaklarda şehitlerim durur da
Masada imza atanlara hesap soramadım
Bin atlı geldi sardı etrafımı Balkanlardan da
Hep elveda dedim Üsküp ve dahi ötesine
Ve unutulmuş nazlı gelindir Kırım
Sürgünden feryat etti bir Tatar bebeside
Başımı kaldırıp varamadım acılara
Dört yan Üç kıta da Türkçe sesler
Bir hilal rüzgâr bekler
Ağlayan analar ölen bebekler
Huzuru mahşerde hesabını bekler
Bir unutulan destanların hikâyesidir bu
Ergenekon’da demirin örs de sesi
Manas ta gerilen bir yaydır bu ses
Unutulan unutturulan Orhun yazıtlarındaki mana
Şimdi uzaklardan atlılar koşar
Çanakkale’den feyiz almış yiğitler
Dumlupınar’da fırtına süvariler
Hesap sorar bize şimdi şehitler
Vurulsa ah yenide Mehterler
Cenke tutulsa şanlı yiğitler
Ne yazık mazide artık o zamanlar
Vuslat akşamlarındayız uyutulmuşuz
Yıkılırken Türkün kaleleri tek tek
Sıcak yataklarımızdan bakmışız
Şimdi bir Kerkük akşamındayız
Uzaklardan sesler var Doğu Türkistan dan
Ve Dedem Korkut geldi söz söyler gene
Uyan ey Oğuz boylum uyan
Bastığın şehit toprağı aşkına
Vermem bu canı namerde
Ya sen gel al canımı dindir acımı
Ya da yetiş kan kardaşının imdadına..

GÜNGÖR YAVUZASLAN
Bartın Gazeteciler Dernek Başkanı
yavuzaslan74@hotmail.com

15 Temmuz 2009 Çarşamba

RUMELİ’DE ÖLENLER; YA DA MEZARSIZ MİLYONLAR! - Prof. Dr. Mustafa Erdoğan Sürat

RUMELİ’DE ÖLENLER;
YA DA MEZARSIZ MİLYONLAR!
Prof. Dr. Mustafa Erdoğan Sürat

Bu milyon dediğimiz nasıl bir sayıdır ki,
Milletten millete hep değişir kantitesi?
Birkaç yüz bin, hadi sen de on yüz bin Romalı
Ölmüşse felakettir: önemsiz, tüm Rumeli…


Tam üç adet on yüz bin Osmanlı genci
Yokolmuş cihan harbi sırasında, ne acı;
Bu hesabı sorma hiç, o dertseldir: vebalı
Gireceksin hücrene; gelmeden darağacı!

İki adet on yüz bin ileri yaşta dindaş
Kayıplar arasında, saygın-aydın arkadaş
Neden paylaşacaksın, sonsuza dek vebali
Bombalamaya değmez, at yeter küçük bir taş!

Bombalar sözle artık, sitem taşı da kelam
Kendi ölünü ezdin, çaktın koca bir selam
İçi bomboş belki de, o propagandalı
Salip tabutlara sen; unuttun özün balam!

Rumeli, Azerbaycan vesaire önemsiz
Yurttaşa “sen” de çıkış; istilacıya hep, “siz”
Boyunduruk mu sanal, gönül mü prangalı;
Bizim şehit beklesin, siz ne emredersiniz?

Nerde Balkan kökenli yüz binlerce aile
Burda başka sorun yok, işte müthiş gaile
Devlet felsefe yapmaz: korumalı, mandalı
Osmanlı kaybı açık, rakam siliyor hile!

Uslu aydınım yokken, akıllı da kayboldu
Adriyatik’ten Van’a, Çin Seddi’ne ayboldu
Kardeş topraklar hepten, yabancı kumandalı
Kimseye duyurmadan, Avrupa gülüm soldu!

Zaten Avrupalıydın, koskoca, çınar devlet
Bozgun yönetemedin, bari hüznümü yönet
Gemi batmaya battı, haydi indir sandalı
Mürettebat dalgada, bekleme boşa davet

Şehitler terekesi okunsun bize yeter
Rumeli varlığımın anısı ne de şeker;
Eller taama doymuş, neden yaksın mangalı?
Akıncı vasiyeti, inan, yanmaya değer!

10 Temmuz 2009 Cuma

BULGARISTAN'DA RESMI SECIM SONUCLARI ACIKLANDI

BULGARISTAN'DA RESMI SECIM SONUCLARI ACIKLANDI

Zaman
7 Temmuz 2009

Bulgaristan Merkez Secim Komisyonu, 5 Temmuzda yapilan ve 240 sandalyeli 41. parlamentonun yeni uyelerinin belirlendigi secimin resmi sonuclarini acikladi.

Secimde 1 milyon 678 bin 641 ile en cok oyu alan, Sofya Belediye Baskani Boyko Borisov'un fahri baskanligini yaptigi Avrupa gelisi icin Bulgaristan Vatandaslari (GERB) partisi parlamentoda 116 milletvekilligi kazandi.

Basbakan Sergey Stanisev'in genel baskanligini yaptigi, koalisyon hukumetinin ortaklarindan Bulgaristan Sosyalist Partisi, bu secimde oldukca dusuk destek alarak, 748 bin 147 oyla parlamentoda 40 sandalye aldi.

Uyelerinin cogunlugunu Turklerin olusturdugu Hak ve Ozgurlukler Partisi (DPS-HOH) 610 bin 521 oy alarak, ulkenin ucuncu en buyuk siyasi gucu olma konumunu surdururken, parlamentoda 38 milletvekili tarafindan temsil edilecek.

Asiri milliyetci ve irkci ATAKA partisi, aldigi 395 bin 733 oyla 21 ve sag guclerin olusturdugu Mavi Koalisyon 285 bin 662 oyla 15 milletvekiline sahip olacak. Turkiye aleyhtari soylemleriyle politika yapmaya calisan Duzen Mesruiyet ve Guvenlik (RZS) partisi ise 174 bin 582 oy alarak parlamentoda 10 kisilik bir grup olusturabilecek.

Secim komisyonu, parlamentoya girebilmek icin gerekli yuzde 4 barajini gecebilmeleri icin parti ve koalisyonlarin bu secimde yurt icinden ve yurt disindan en az 169 bin 48 oy almalari gerektigini animsatti.

Kayitli secmen sayisi 6.8 milyon olan Bulgaristan'da bu secimde 18 parti ve koalisyon yarisirken, katilim orani yuzde 60.2 oldu.

Ulkenin 41. parlamentosu 14 Temmuzda toplanacak.

***

BULGARISTAN: GENEL SECIM SONUCLARI IKTIDAR ICIN SIYASI YAPTIRIM OLDU

BNR
7 Temmuz 2009

Ulkemizde Pazar gunu yapilan genel secimlerle ilgili coskular, zaten yuksek olan sicaklik derecelerini sanki daha da artirdi. Son yillarda Bulgaristan secmenlerinin siyasete olan ilgisizligi ve hicbir seyin kendisine bagli olmadigini dusunerek politikaya yabanci kalmasi en cok tartisilan konulardan biri iken, secimlerde vatandaslarin degisIklik arzusunu ifade ederek sandik basina gitmeleri sosyolglari bile sasirtti. Oy hakkini halkin %60’lik bolumu kullandi. Onlarin cogu, oyunu baskent belediye baskani Boyko Borisov’un partisi sag merkezci GERB’e verdi.

Secimlerde oy kullanma oraninin yuksek olmasini sosyoloji ve politoloji uzmanlari soyle degerlendirdi:

“Seferber edici etki gosteren birkac etki vardir, diyor Kamuoyu Arastirmalari Merkezi uzmani Elena Darieva. Oy hakkini uygulayan vatandaslarin %15’lik bolumu, secim kampanyasindan etkiledigini ve kararini Avrupa secimleri ile genel secimler arasindaki donemde aldigini paylasiyor. Diger yandan oy verenlerin dortte ucu, siyasi guclerin devamli taraftarlaridir. Bununla beraber her on vatandastan birinin secim gunu oyunu kullanacagina karar verdigini soylemesi de dikkat cekiyor, yani %10 kadar durumun seyrine gore oylama olayi var. Secim kampanyasinin son gunlerde cok saldirgan bir safhaya girmesi de secmenler uzerinde seferber edici etki gosterdi. Oy veren her bes vatandastan birinin yasi 18 ila 29 arasindadir. Yani gelenek uzerine ilgisiz olduklari ve politikadan uzak kaldiklari dusunulen genclerin harekete gectigini goruyoruz”.

Politoloji uzmani Antoni Todorov, su degerlendirmede bulundu:

“Vatandaslarin secimlere katilim yogunlugu beni iyimser ediyor. Bundan once oy vermemeyi dusunen vatandaslarin son anda seferber olmalari, cok olumlu bir olaydir. Ilk basta oy vermeyi dusunmeyen bircok secmen, sonradan galip gelecegi anlasilan lehine oy vermekle daha istikrarli bir cogunluk saglanmasi ve sonbaharda erken secimlere gidilmemesi arzusunu ifade etti boylece. Yani bu rasyonel, yararli bir oylamadir. Bunun disinda alinan sonuclar, ne oy ticaretinin ne de pahali reklamlarin secim sonuclarini belirleyemecegini gosterdi. Bunun disinda secimler sol BSP’nin zayifladigini ortaya koydu ve BSP’nin gerekli sonuclari cikarmasi onemlidir. ”

Analist Antoniy Gilibov, degisIkligin gerceklesip gerceklesmedigi yonunde sorulan soru uzerine sunlari belirtti:

“Secim sonucu iktidara uygulanan bir siyasi yaptirim oldugu suphe goturmez. Bu secimlerde alinan sonuc, son 8 yillik doneme dair degerlendirme niteligini tasiyor. Ilk defa yuksek oy kullanma orani tespit edildi. Bazi sinirilarin asildigi ve degisIkligin kacinilmaz oldugu duygusu yasandi. Bence Bulgaristan’in AB icindeki imajinin ciddi olcude kotulesmesi ve ulkemizin AB uyesi olarak basarisiz start yapmasinin da bunda etkisi oldu, diyen Antoniy Gilibov, sozlerini soyle surdurdu: "Ulkemiz guc bir donusum surecinde oldugu icin insanlarin endiseleri ile spekulasyon yapilmamasi cok onemlidir. Iktidar cogunlugu olacak ve bu cogunluk yeterinde sorumlu ve devamli olursa, hukumet bir dizi populer olmayan tedbir uygulayacak, dolayisiyla toplumsal destegin bir bolumunu yitirecek. Ancak hepimizin degisIkligin gerekli oldugunu anliyoruz.”

GERB partisinin istikrarli bir sag merkezci hukumet olusturma var mi sorusu uzerine politolog Rumyana Kolarova su aciklamada bulundu:

“Gerekli dengenin yakalanacagini umut ediyorum. GERB simdiye kadar secmen seferber etmeyi basardigini gosterdi. Atilacak bir sonraki adim bakanlarini ve siyasetcilerini secip degistirebildigini gostermek olacak.”

Yeni hukumetin oncelikli hedefleri ne olmalidir sorusuna yanit veren Antoniy Todorov, sunlari belirtti:

“Herseyden once ekonomik kriz neticelerinin sinirlandirilmasi gerekiyor. Issizlikle mucadele etmek, ozel is sektorune destek vermek gerekiyor. Butcenin gozden gecirilmesi gerekiyor. Ikinci oncelikli hedef ise yolsuzlukla mucadele olmalidir. Ucuncu oncelikli hedef ise idari kapasite kalitesinin artirilmasidir.”

Osmanlı imparatorluğu; Osmanlı'nın yerine kurulan ülkeler

Osmanlı imparatorluğu; Osmanlı'nın yerine kurulan ülkeler

Avrupa'da :
1. Türkiye
2. Bulgaristan (545 yıl)
3. Yunanistan (400 yıl)
4. Sırbistan (539 yıl)
5. Karadağ (539 yıl)
6. Bosna-Hersek (539 yıl)
7. Hırvatistan (539 yıl)
8. Makedonya (539 yıl)
9. Slovenya (250 yıl)
10. Romanya (490 yıl)
11. Slovakya (20 yıl) Osmanli adı:Uyvar
12. Macaristan (160 yıl)
13. Moldova (490 yıl)
14. Ukrayna (308 yıl)
15. Azerbaycan (25 yıl)
16. Gürcistan (400 yıl)
17. Ermenistan (20 yıl)
18. Güney Kıbrıs (293 yıl)
19. Kuzey Kıbrıs (293 yıl)
20. Rusya'nın güney toprakları (291 yıl)
21. Polonya (25 yıl)-himaye- Osmanlı adı: Lehistan
22. İtalya 'nın güneydogu kıyıları (20 yıl)
23. Arnavutluk (435 yıl)
24. Belarus (25 yıl) -himaye-
25. Litvanya (25 yıl)-himaye-
26. Letonya (25 yıl) -himaye-
27. Kosova (539 yıl)
28. Voyvodina (166 yıl) Osmanlı adı: Banat Asya

Asya'da :
29. Irak (402 yıl)
30. Suriye (402 yıl)
31. İsrail (402 yıl)
32. Filistin (402 yıl)
33. Ürdün (402 yıl)
34. Suudi Arabistan (399 yıl)
35. Yemen (401 yıl)
36. Umman (400 yıl)
37. Birleşik Arap Emirlikleri (400 yıl)
38. Katar (400 yıl)
39. Bahreyn (400 yıl)
40. Kuveyt (381 yıl)
41. Iranın batı toprakları (30 yıl)
42. Lübnan (402 yıl)

Afrika'da :
43. Mısır (397 yıl)
44. Libya (394 yıl) Osmanlı adı: Trablusgarp
45. Tunus (308 yıl)
46. Cezayir (313 yıl)
47. Sudan (397 yıl) Osmanlı adı: Nubye
48. Eritre (350 yıl) Osmanlı adı: Habeş
49. Cibuti (350 yıl)
50. Somali (350 yıl) Osmanlı adı: Zeyla
51. Kenya sahilleri (350 yıl)
52. Tanzanya sahilleri (250 yıl)
53. Cad'ın kuzey bolgeleri (313 yıl) Osmanlı adı: Resade
54. Nijer'in bir kısmı (300 yıl) Osmanlı adı: Kavar
55. Mozambik' in kuzey toprakları (150 yıl)
56. Fas (50 yıl) -himaye-
57. Batı Sahra (50 yıl) -himaye-
58. Moritanya (50 yıl) -himaye-
59. Mali (300 yıl) Osmanlı adı: Gat kazası
60. Senegal (300 yıl)
61. Gambiya (300 yıl)
62. Gine Bissau (300 yıl)
63. Gine (300 yıl)
64. Etiyopya' nin bir ksmı (350 yıl) Osmalı adı: Habeş

Dr. Ahmet Çetinbudaklar
http://www.kriter.org/

Kırım'da unutulan gerçekler

Kırım'da unutulan gerçekler

Vladimir Jirinovski, bir tartışma başlattı ve ‘Tarihi antlaşmalara göre, Kırım ya Osmanlı mirasçısı Türkiye’ye dönmeli, ya da Rusya’ya bırakılmalı’ dedi.

Beni ilgilendiren, radikal milliyetçi liderin ne söylediği değil.
Bu söylemin Türkiye’de yansımasının olmayışı.
Bunun bir tartışma başlatmayışı.

Birilerinin Sevr’den kalma psikozları ile toprak taleplerine (Batı Ermenistan, Kuzey Kürdistan, Pontus) o kadar alışmışız ki, o kadar savunma pozisyonuna göre şartlanmışız ki, toprak talep etmek aklımızın ucundan bile geçmiyor.
Yurtta ve dünyada barışı kendimize hedef seçtiğimize göre, böyle taleplerle ortaya çıkmamız beklenemez.

Ancak, kendi tarihimizi daha yakından tanımak ve anlamak için, bu tartışmalara ihtiyacımız yok mu?
Bence var…

Pek çoğumuzun ‘Tatarlar’ olarak andığı Kırım Türkleri, bugünkü Kırım topraklarına, 9. ve 10. yüzyılda gelmeye başladılar. O tarihlerde ‘Kıpçaklar’ olarak biliniyorlardı. 12. yüzyılın sonlarına doğru, tarih kitaplarımızda ‘Altınordu’ olarak geçen, gerçek adı Altın Ordu olan devletin temelleri atıldı.

Müslümanlığı kabul edince Kıpçaklar, kültürel bir değişim yaşadılar. Bu değişimin sonunda ‘Kırım Türkleri’ adı verilen millet oluştu.
Altınordu Devleti, son hakanları Toktamış Han zamanında, Timur’a yenilince güç kaybetti ve 1419 yılında tarih sahnesinden tamamen silindi. Yerine birkaç hanlık kuruldu.
Bunlardan biri, 1441 yılında Hacı Giray’ın kurucusu olduğu Kırım Hanlığı’dır.
Hacı Giray Han, 1454 yılında, Osmanlı Devleti’nin askerî desteği ile, kendilerini rahatsız eden Cenevizlileri yendi.
Böylece Osmanlı Devleti ile Kırım Hanlığı ilişkisi başladı.

İkinci Kırım Hanı Mengli Giray döneminde Kırım, Osmanlı Devleti’nin himayesine girdi. Himaye 300 yıl devam etti.

1768 – 1774 Osmanlı Rus Savaşları yaşandı ve 21 Temmuz 1774 tarihinde Küçük Kaynarca Antlaşması imzalandı. Bu Antlaşmaya göre Kırım, Osmanlı’dan kopartıldı, bağımsızlaştırılarak Rusya’nın kolayca yutabileceği bir lokma haline getirildi. Osmanlı ilk defa, halkı tamamen Türk ve Müslüman olan bir vilayetini kaybediyordu.

Bir süre sonra Ruslar, Kırım’daki taht kavgalarını körükleyerek iç savaş haline dönüştürdüler. Kırım Türklerinin bir bölümü, 1778 yılında, ‘Ak Topraklar’ dedikleri Osmanlı yönetimindeki bölgelere (Türkiye) göç etmeye başladı.
1783 tarihinde Generali Potemkin komutasındaki Rus Ordusu, Kırım’ı işgal etti ve Rusya’nın bir vilâyeti haline getirdi.

1783 – 1800 yılları arasında 500.000 Kırım Türkü yurdunu terk etti. Ayrılanlar, toplam nüfusun % 35’i idi. Göçler, 1800’lü yıllar boyunca hep devam etti. Sayı 1,5 milyona ulaştı.
SSCB Devlet Başkanı Stalin, Kırım Türklerinin II. Dünya Savaşı sırasında Almanlarla işbirliği yaptığını iddia ederek top yekûn sürgüne gönderilmesini emretti (18 Mayıs 1944).

Kararın hemen ardından, 420.000 kişi vagonlara doldurularak sürgüne gönderildi. Bir kısmı da teknelere bindirildi ve Karadeniz’de tekneler batırıldı.
Bir ay süren vagon yolculuğunda kimsenin vagonlardan inmesine izin verilmedi ve 200.000 kişi hayatını kaybetti.

Kabartay, Sibirya, Kırgızistan, Kazakistan ve Özbekistan’a sürülen Kırım Türkleri zor koşullarda yaşadılar.
1990 yılında geri dönüş izni çıktı. Bir kısmı döndü, bir kısmı ise hala sürgünde yaşıyor.

Osmanlı Devleti’nin 1774 yılında, Küçük Kaynarca Antlaşması ile Rusya’ya bıraktığı Kırım, 1954 yılında, dönemin SSCB Başkanı Ukrayna asıllı Kruşçev tarafından Ukrayna’ya (Rus-Ukrayna kardeşliğinin 1000. yılı bahanesiyle) hediye edildi.

Ancak, bazı Rus ve Ukraynalı tarihçilerin altını çizdiği bir nokta var. Bu tarihçiler, ‘Küçük Kaynarca Antlaşması’nda bir hüküm var. Rusya Kırım’ı başka bir ülkeye veremez, verirse, Kırım Osmanlı’ya geri döner’ diyorlar.

Tartışma da burada başlıyor.
Kırım’ın Ukrayna’ya verilmesi acaba, Küçük Kaynarca Antlaşmasına göre mümkün değil miydi?
Buna göre, Kırım, Osmanlı’nın mirasçısı olan Türkiye’ye iade edilebilir mi?
Bu konu, önümüzdeki dönemde daha fazla konuşulacak ve tartışılacak.

- Rusya’nın 1997 yılında Ukrayna ile imzaladığı karşılıklı toprak bütünlüğünün tanınmasını öngören 10 yıllık anlaşmanın kısa süre sonra sona erecek olması, bunun uzatılmaması yönündeki talebin Duma’da kabul edilmesi, Kırım’ı yeniden kazanmak için Rusya’nın aldığı bir önlem mi acaba?
- Yoksa, arka bahçesi Ukrayna’ya, Soros devrimleri ile uzanan ve Karadeniz’de beklentileri olan ABD’ye bir mesaj mı?
- Veya Ukrayna’yı içine alarak Rusya’nın dibine kadar uzanan NATO’ya bir tavır mı?

Sizce tüm bunları tartışmaya ihtiyacımız yok mu?
Bence var…
Satranç tahtasına elimizi uzatmaya ne dersiniz?

Lozan'ın gizli protokol' leri; Eyvah!.. Lozan'ın Gizli Protokolları tehlikede

Lozan'ın gizli protokol' leri; Eyvah!.. Lozan'ın Gizli Protokolları tehlikede

Cumhurbaşkanlığı konusunda kopartılan yapay fırtınaların asıl sebebi "Lozan'ın Gizli Protokolları'nın" ihlâli meselesidir. Lozan'ın Gizli Protokolları ne demektir? Açıklanmasa da bu protokollar yazılı mıdır, yahut şifahî/sözlü olarak mı yapılmıştır? Bunlar hâlâ geçerli midir?
Lozan'ın Gizli Protokollarını ilk defa olarak, sanırım 1959'da merhum Üstad Necip Fazıl'ın Büyük Doğu'sunda okumuştum. Bundan, uzun yıllar sonra CHP devrinde Van milletvekilliği yapmış olan merhum İbrahim Arvas "Hatıralarında" bahseder. Onun hatıraları önce küçük bir kitap şeklinde basılmıştı, daha sonra bendenize bu hatıraların ikinci kısmını müsvedde şeklinde verdi, haftalık Yeni İstiklâl'de tefrika ettik.

Lozan'ın Gizli Protokolları kısmında İbrahim Bey birkaç madde halinde çok önemli ifşaatta bulunuyordu. Bunların yayınlandığı sırada durum müsait olmadığı için maalesef bu satırları basamamıştık. Sonra ihtilaller, darbeler, sıkıyönetimler, politikacıların ve gazetecilerin tutuklanması... Bir yığın hadise oldu. Yurtdışına çıkmak zorunda kaldım. (Kaçmadım, normal şekilde pasaportlu olarak Hacca gittim, bir daha dönemedim... Altı seneye yakın sürgün hayatı yaşadım.) İki günlük gazetem battı, evrakım, arşivim tarumar oldu. İbrahim Arvas Beyin hatıratının ikinci kısmının müsveddeleri ne oldu bilmiyorum.

Sanırım 1980'deydi, İstanbul Hukuk Fakültesi'nde okuyan bir öğrenci ziyaretime gelmişti, elinde bir kitap vardı. Bu bir medeni hukuk ders kitabıydı. Öğrenci bana sayfasını gösterdi, orada Lozan Antlaşması'nın bir vesile ile gizli maddelerinden bahsediliyordu.
Bir TV programında bir araya geldiğimiz Aytunç Altındal Beye "Reklâmlar molasında" sormuştum: "Lozan'ın Gizli Protokolları konusunda fikriniz nedir?" Şu cevabı vermişti: "Ben de böyle protokollar olduğunu duydum ama bu konuda herhangi bir bilgiye ve belgeye ulaşmış değilim..."

Geçenlerde yüksek rütbeli bir emekli subay "Cumhuriyetin bazı temel ilkeleri vardır, bunlar yazılı değildir ama bekçileri vardır..." şeklinde bir beyanda bulundu. Sayın emekli general acaba Lozan Protokollarını mı kastetmişti?

Lozan Antlaşması bir bütündür. Yazılı ve şifahî kısmıyla; açıklanmış veya gizli maddeleriyle...
Lozan'ın mimarı kimdir? Herkes bu mimarın İsmet Paşa olduğunu zanneder. Hayır, Lozan'ın mimarı Hahambaşı Hayim Nahum'dur. Dr. Rıza Nur Hatıralarında Hahambaşıdan pek de olumlu olmayan satırlarla bahseder,

Lozan müzakereleri ikiye ayrılır: Birinci bölümde başta İsmet Paşa olmak üzere Türk delegasyonu sömürgeci ve emperyalist düvel-i muazzamaya İslâm konusunda, millî kimlik konusunda fıkıh ve Şeriat konusunda tâviz vermez. Lozan müzakerelerinin bu bölümünün bende Fransızca zabıtları var, İsmet Paşa Şeriatı, İslâm hukukunu sâdıkane bir şekilde müdafaa ediyor; ecnebilerin hakları ve güvenliği İslâm hukuku tarafından garanti altına alınmıştır diyor. Sonra müzakereler neticeye ulaşmaz, delegasyon Türkiye'ye döner... Lozan'ın ikinci perdesi bundan sonra başlar. Hahambaşı Hayim Nahum devreye girer, büyük devletlerin başkentlerine gider, çok gizli müzakereler yapar... Türkiye'nin Lozan resmî heyetine üye olur ve neticede bildiğimiz Lozan muahedesi (ahitleşmesi) ortaya çıkar ve imzalanır. İmzalanır ama Amerika Birleşik Devletleri bunu tasdik etmez. 1923'ten bu yana 84 yıl geçmiştir ve ABD, Lozan'ı hâlâ tanımamaktadır.

Lozan imzalandığında Türkiye'nin anayasasında (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu), "devletin dini, dîn-i İslâm'dır" yazılıydı. Yine Türkiye'nin Dolmabahçe Sarayı'nda ikâmet eden ve her hafta "Selâmlık Resm-i Âlisi" ile Cuma namazına giden bir Halifesi vardı. Medenî kanunu "Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye" idi. Hafta tatili cumaydı. Ve saire ve saire...
Şimdi içteki Beyaz Türkler ve dıştaki sömürgeci ve emperyalist devletler Lozan'ın Gizli Protokollarının ihlâl edileceğinden korkuyorlar.

Yüzde 50'ye yakın oy alan AKP onlara garanti veriyor: Laikliğe bağlıyız, Atatürk ilkelerine bağlıyız, din devleti taraftarı değiliz, bu beyanlarımız sözde değil özdedir, bize inanın ve güvenin, biz sizi kandırmıyoruz...

Beyazlar bu sözlere inanmıyorlar, takiyyedir diyorlar. Haklılar, çünkü yakın tarihimizde birtakım kişiler ve gruplar da buna benzer takiyyeler yapmışlardı.
Lozan hakkında birbirini tutmaz, birbirine zıt bir yığın görüş var. Kimisi ak diyor, kimisi kara. Kimisi zafer diyor, kimisi hezimet. İtiraz edilmeyecek tek husus şu: Lozan, Türkiye Cumhuriyetinin uluslararası meşruiyet belgesidir.
Tekrarlamakta fayda var: ABD, Lozan'ı tasdik etmemiş. Unutmamak için elinize bir tesbih alınız, 117 defa bu cümleyi tekrar ediniz, ezberlersiniz.

Lozan konusunda Beyazların çok aykırı buldukları bir kitabı okumanızı tavsiye ederim: Kadir Mısıroğlu Beyin "Lozan, Zafer mi, Hezimet mi?" (iki cilttir.)
Halkımız maaşallah uykuya genellikle düşkündür; yatakta uyur, ayakta uyur... TV seyrederken uyur, gazete okurken uyur...

İslâmî kesimde binlerce profesör yetişti, "araştırıcı yazarlarımızın" sayısı da çok. Bunlardan biri yahut birkaçı himmet buyursalar da dünya arşivlerine girseler, senelerce polis hafiyesi gibi araştırsalar ve Lozan'ın Gizli Protokollarına ulaşsalar. Ne iyi olur...

Mehmet Şevki Eygü

Haçlı Seferleri ve Soğuk Harp

Haçlı Seferleri ve Soğuk Harp


Batılıların geçen asırlarda ve günümüzde İslam ülkelerine karşı tatbik ettikleri yayılmacılık ve sömürgecilik hareketleri, İslam dinine saldırmaları ve Müslümanları dinlerinden uzaklaştırmak için yaptıkları bütün dejenerasyon faaliyetleri, geçmişteki haçlı seferlerinin halen soğuk harp, kültürel ve ekonomik harp olarak devam ettiğini göstermektedir.

En önemlisi dini olmak üzere, siyasi, sosyal ve iktisadi sebeplere dayanan Haçlı seferlerini Papa İkinci Urbanus, 1095 yılında toplanan Clermont Konsili'nde yaptığı konuşmayla başlatmıştır. Asırlarca devam edip, milyonlarca insanın can kaybına, devletlerin yıkılıp ülkelerin tahrib olunmasına sebeb olmuştur.
Doğu Hıristiyanlığının temsilcisi Bizans İmparatorluğu (395- 1453 ), 1071 yılında Selçuklu Devleti (1038- 1194) ile yaptığı Malazgirt Sava şında yenilince, Türklere Anadolu kapıları açıldı. Selçuklu akıncıları, birkaç sene içinde Ege, Akdeniz ve Marmara kıyılarına ulaştılar ve Bizans'ın başkenti olan İstanbul'u zorlamaya başladılar. 1075'te Türkiye Selçukluları Devletini kurup, İznik'i başkent yapmaları, Avrupa'nın en büyük Hıristiyan devleti olan Bizans'ı kökünden sallamaya başladı. Bu durum Avrupalıları telaşa düşürdü çünkü Bizans'ın düşmesi Türklerin Avrupa'ya hâkim olmasına yol açacaktı. Bunun önüne geçilip, Türklerin durdurulması gerekiyordu. Hatta Anadolu dâhil bütün Ortadoğu'dan atılmalıydılar. İkinci büyük sebeb ise, iktisadiydi. Avrupa, 11. asırda müthiş bir fakirlik içindeydi. Kralların sarayları bile taş yığınlarından ibaretti. Altın, gümüş ve değerli madenlerin birçoğu Türklerin ve doğu kavimle rinin elindeydi. Avrupa, en ibtidai maddeler için bile doğuya muhtaçtı. Ziraat çok ilkel usullerle yapılıyordu. Sulama sistemi yoktu. Fransa, Almanya, Venedik gibi büyük sayılan Avrupa devletlerinin senelik geliri, en mütevazı Türk beylerinin gelirlerinden azdı. Halk, önüne gelenin yağma ve talanından bıkmış, bir asilzade veya eşkıya tara fından öldürüleceği günü bekliyordu.
Bu sırada Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah vefat etmiş, iç karışıklıklar baş göstermişti. Şiî-Fâtımî Devleti, Selçukluların amansız düşmanı olup, Hıristiyanların müttefikiydi. Bütün bunlar, Papa İkinci Urbanus'u Hıristiyanları birleştirerek Müs lümanların üzerine saldırtmaya teşvik ediyordu. Böylece, bu papaz, Kudüs şehrini, Türklerin elinden almak için faaliyete başladı. Sadece Pierre L'Ermite isminde yoksul bir Fransız keşişi, etrafına 50.000 Fransız toplamıştı. Bunlar, Almanya'ya gelince, kendilerine 50.000 Alman serserisi daha katıldı. Macaristan'da ve Balkanlarda daha da çoğalan bu çapulcu ordusu, 1096- 1270 seneleri arasında tertiplenen sekiz Haçlı seferinin ilk ordusu oldu.

Birinci Haçlı Seferi (1096- 1099): Papaz Pierre L'Ermite ve şövalye Yoksul Gautier öncülü ğünde İstanbul'a gelen bu topluluk, Bizans İmparatoru tarafından hemen Anadolu'ya geçirildi. Bunlar doğunun zenginliklerine kapılıp yağma ve tahribatlar yaparak yerli ahaliye zulmettiler. Anadolu Selçuklu sultanı birinci Kılıç Arslan İznik önlerinde bu ilk haçlı kuvvetlerini durdurarak kılıçtan geçirdi. Bunların arkasından aşağı Lorraine dükü Gedefroi Bouillon'un komutasındaki haçlı ordusu yola çıktı bu orduda birçok ünlü şövalye, soylu kont ve dukalar vardı. Avrupa'nın bütün imkânları kullanılarak hazırlanmış olan bu ordu, 600.000 kişiden müteşekkildi. Almanya'nın Rhein kıyılarında 10.000 Yahûdiyi kılıçtan geçiren bu Haçlı ordusu, İstanbul'a doğru gelirken, ülkesinde de yağma ve katliam yapılmasından endişe eden Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos, onlarla anlaştı. Haçlılar, erzak ihtiyaçlarının temini karşılığında, Anadolu'da aldıkları yerleri Bizans'a vereceklerdi. Antlaşma sonrası Anadolu'ya geçen Haçlılar, 1097 senesi Mayıs ayında Türkiye Selçuklularının başşehri İznik'i kuşattılar. Kanlı çarpışmalar iki taraftan da ağır kayıplara sebeb oldu. Altı yüz bin kişilik Haçlı ordusu karşısında verdiği kayıplara dayanamayan Birinci Kılıç Arslan, çarpışarak geri çekildi. İznik, Bizans'ın eline geçti. Eskişehir istikametinden Anadolu'ya giren Haçlı ordusuna karşı Sultan Birinci Kılıç Arslan (1092- 1107) yıpratma savaşlarına başladı. Anadolu'da Haçlıları en stratejik bölgelerde yakalayıp, ani baskınlarla imha hareketlerine girişti, pek çoğunu kırdı. Haçlıların yanında, Bizans İmparatoru da, durumdan faydalanarak Türkiye Selçuklularının batı bölgelerindeki topraklarını işgal etti. Ermeniler ise, Türklerin Haçlılarla uğraşmalarını fırsat bilip, Toroslara bir müddet hâkim oldular. Altı yüz bin kişilik kuvvetle Anadolu'ya geçen Haçlılar, Türklerin imha hareketi sonucu Antakya Kalesi önlerine geldiklerinde 100.000'e inmişti. 1097 yılı Ekim ayında Antakya'yı kuşatan Haçlılar, kale içindeki Hıristiyan ahaliden birinin ihaneti sonucu dokuz ay sonra, Haziran 1098'de şehre girebildiler. Musul Atabeği Kürboğa Beyin kumandasındaki Müslüman-Türk ordusu, Antakya'yı Haçlılardan geri almak için teşebbüse geçti. Fakat şehir alınmak üze reyken aralarında çıkan fitne başarısızlığa yol açtı. Haçlılar yaptıkları huruç hareketiyle bu Müslüman ordusunu dağıttılar.
Antakya'yı alan Haçlılar, kırk bine düşen kuv vetleriyle Kudüs'e hareket ettiler. Şiî-Fatımîlerin elinde olan şehir, kısa sürede haçlıların eline geçti. Müslüman, Mûsevi ve Hıristiyanların yaşadığı ve her üç din mensuplarınca da mübarek olan Kudüs, Haçlıların eline geçince, büyük bir katliama uğradı. Yetmiş bin Müslüman ve Yahûdiyi, mabetlere sığınan kadınlar ve çocuklar dâhil, acımasızca kılıçtan geçirdiler. Şehrin sokakları kan ve cesetlerden geçilmez oldu. Birinci Haçlı Seferi neticesinde Kudüs'te Ka tolik Latin Krallığı; Antakya ve Urfa'da birer Haçlı devleti kuruldu. Hıristiyanlar Ortadoğu'yu bu ve sile ile tanıyıp, Doğu Akdeniz kıyılarına yerleştiler. Müslümanlarca Mekke ve Medine'den sonra en mübarek şehir olan Kudüs'ün, Şiî-Fatımîlerce Haçlılara teslimi büyük üzüntüye yol açtı. Müslümanlar, Haçlıları Ortadoğu'dan atmak için hemen teşebbüse geçtiler. 1144 senesinde Musul Atabeği İmâdeddîn Zengî, Urfa'yı geri aldı. Bu durum İkinci Haçlı Seferine sebeb oldu.

İkinci Haçlı Seferi (1147- 1149): Urfa'nın Müslümanlar tarafından geri alınması üzerine, pa pa Eugenius'un teşviki ve papaz Saint Bemard'ın propagandası neticesinde İkinci Haçlı Seferi başlatıldı. Seferin komutanlığını Yedinci Louis ile Almanya İmparatoru Üçüncü Konrad yapıyordu. Alman İmparatoru komutasında 75.000 kişilik ilk kafile, Konya Ovasına geldi. Bu ordu, Türkiye Selçukluları Sultanı Birinci Mes'ûd tarafından imha edildi. Alman İmparatoru canını zor kurtararak, beş bin kişiyle İznik'e sığındı. Fransa Kralı Yedinci Louis, 150.000 kişi ile yola çıktı. Alman İmparatorunun geriye kalmış döküntü kuvvetleriyle İznik'te birleşti. Bu kalabalık orduya karşı meydan muharebesi yapmayı uygun bulmayan Sultan Mes'ûd, Haçlıları Toroslar geçidine çekti. Burada büyük kayıplara uğratılan Haçlıların artıkları Antakya'ya sığındılar. Şam'ı muhâsara ettilerse de, Türkler tarafından mağlup edildiler.

Üçüncü Haçlı Seferi (1189-1192): Selahaddîn Eyyûbî, Şiî-Fâtımî Devletini ortadan kaldırıp, Eyyûbî Devletini kurduktan sonra, Haçlılara karşı harekete geçti. 1097 senesinden beri Haçlıların elinde bulunan Kudüs'ü, 1187 senesinde Hattin Zaferinden sonra ele geçirdi. Hıristiyanların birkaç kıyı şehir hariç, Ortadoğu'dan atılmaları, Avrupalıları endişelendirdi. Papa üçüncü Clemens'in teşvikiyle Fransa ve İngiltere Kralları ile Alman İmparatoru, Üçüncü Haçlı Seferine katıldılar. Sonu hezimet olmasına rağmen, Avrupa'nın en ünlü kral, imparator ve kumandanla rının katıldığı bu sefer meşhurdur.
Alman İmparatoru Friderich Barbarossa, kara yolu, Fransız Kralı Philippe Auguste ile İngiliz Kralı Arslan Yürekli Richard deniz yoluyla hareket ettiler. Alman İmparatoruna, Türkiye Selçukluları Sultanı İkinci Kılıç Arslan, elçileriyle Anadolu'ya girmemesini teklif etmişse de, kabul etmedi. Türk leri dinlemeyen İmparator Friderich Barbarossa, ordusunun büyük bir kısmını Selçuklu askerlerinin elinde kaybetti. Sonunda, Akdeniz'e ulaşamadan nehirde boğuldu. Başsız kalan ve ağır zayiat veren haçlılar, perişan bir vaziyette Filistin'e ulaştılar. İngiltere Kralı, deniz yoluyla Kıbrıs'a varıp, Bizans valisini adadan kovarak Latin Krallığını kurdu; Kıbrıs'tan Akka'ya geçen Arslan Yürekli Richard ve deniz yoluyla Akka'ya varan Fransız Kralı, uzun süren muhasaradan sonra kaleyi aldı. Kudüs'ü ye niden almak için savaştılarsa da muvaffak olamadılar. Fransa ve İngiltere kralları, acı tecrübeler ve ağır kayıplar neticesinde Kudüs'ü alamayacaklarını anlayınca, ülkelerine döndüler.

Dördüncü Haçlı Seferi (1204): Papa Üçüncü İnnocentius'un çağırısı, Foutges de Neville'nin propagandası neticesinde Bonifacio'nun tertib ettiği bu Haçlı seferine Almanya İmparatoru Altıncı Heinrich katıldı. Papanın itiraz etmesine rağmen Haçlılar, Venedik gemileriyle İstanbul önüne geldiler. 1204 yılında Ortodoks Bizanslılardan İstanbul'u aldılar. Şehrin zenginliği, Katolik Hıristiyanları şaşkına döndürdü. İstanbul'u yağmalayıp, tahrib ettiler. Dindaşlarına her türlü zulmü, her çeşit kötülüğü yaptılar. Bizans İmparatoru, tahtını İstanbul'dan İznik'e taşıdı. Bu olay, Bizans tarihinde ilk defa oluyordu. Nihayet İstanbul'da 1261 senesine kadar devam eden ''Latin İmparatorluğu'' kuruldu. Bu sefer sonunda Venedik ve Ceneviz Devletleri, Yakındoğu'da, büyük nüfuz ve toprak parçaları elde edip zenginleştiler. Haçlılar, dindaşları olan İstanbul'un Ortodoks Hıristiyanlarına çok zulüm ve eziyet yaptılar. İstanbul'un sanat eserleri, zengin olmak hırsıyla tahrib edildi, evler yağmalanıp, binlerce İstanbullu şehrin tarihinde görülmemiş insanlık dışı tecavüzlere uğradı, soyuldu ve işkenceyle öldürüldü. Dördüncü Haçlı Seferinden, Müslümanlardan ziyade, Ortodoks Hıristiyanlar zarar gördü.

Beşinci Haçlı Seferi (1217- 1221): Papa Üçüncü Honorius'un teşvikiyle Macar Kralı İkinci Andrias, Kuzey Avrupa'dan gelen Haçlılarla, 1217 senesinde Akka'ya geldi. Kral Andrias, Müslümanlar karşısında dayanamayınca, geri döndü. Geride kalanlar Dimyat'a saldırıp, şehri aldılar. Daha sonra Kahire'ye yöneldilerse de Eyyûbîler tarafından bozguna uğratılıp, dağıtıldılar.

Altıncı Haçlı Seferi (1228- 1229): Papa Dokuzuncu Gregorius'un teşvikiyle Alman İmparatoru Üçüncü Frederich tarafından tertib edildi. Alman İmparatoru Kudüs'e kadar geldi. Eyyûbî Sultanı Melik Kâmil'in dış baskılardan bunaldığı bir devrede, Haçlıların Kudüs'e gelmeleri antlaşma zemini doğmasına sebeb oldu. Antlaşma ile Kudüs Haç lıların eline geçti. Fakat Türkler tarafından mağlub edilmeleri neticesinde şehir, tekrar Eyyûbîlere teslim edildi.

Yedinci Haçlı Seferi (1248-1254): Kudüs'ün Müslümanlar tarafından alınması üzerine, Fransa Kralı St.Louis tarafından tertib edildi. Mısır'da yeni kurulan Memlûklüler, Haçlıları 1250 senesinde, Mansure Meydan Muharebesinde mağlub edip, Fransa Kralını da esir aldılar. Haçlılar dağıldı. St. Louis, Dimyat'ı Müslümanlara verip ülkesine döndü.

Sekizinci Haçlı Seferi (1268 -1270): Antakya'nın Müslümanlar tarafından fethedilmesi ve Yedinci Haçlı Seferinin öcünü almak için Fransa Kralı St. Louis tarafından tertib edildi. Bu seferin hedefi, Kudüs olmayıp, Akdeniz kıyılarındaki Müslüman denizciler üzerineydi. St. Louis, Tunus'a çıktıysa da, salgın hastalıktan öldü. Fransa ordu su geri döndü. Bu sefer de başarısızlıkla sonuçlandı.
1096- 1270 seneleri arasında, Müslümanlara karşı tertib edilen Haçlı seferleri sonucunda bir ta kım Latin devletleri kuruldu. Bunlar, Kudüs Krallığı, Kıbrıs Krallığı, Trablus Kontluğu, Antakya Prensliği, Urfa Kontluğu, İstanbul Latin İmparatorluğu, Mora Prensliği, Atina Dukalığı, Kefalonya Kontluğu, Naksos Dukalığı, Saint Jean Şövalyeleri idi. Bu Latin devletleri Türkler tarafından ortadan kaldırıldı ve Haçlılardan hiçbir iz bırakılmadı. Fakat Haçlı seferleri, 1270 senesinde son bulmuş değildir. Her zaman Hıristiyanlar, Müslümanlara karşı askeri kuvvet birleşiminin yanında; siyasi, kültürel ve ekonomik alanlarda da cephe birliği içinde olmuşlardır.
Asırlarca devam eden Haçlı seferleri sonucu, pek çok kan döküldü ve milyonlarca insan can verdi. Nice ülkeler harab oldu. Dini, siyasi, sosyal, kültürel, iktisadi birçok hadiselere sebeb oldu. Müslümanlara karşı savaşa katılmaya teşvik için Avrupa'da birçok Hıristiyan tarikatları kuruldu. Seferlere iştirak için Avrupalıların dindarına, maceraperestine, işsiz-güçsüzüne ayrı ayrı vaatlerle propaganda yapılıp, Müslümanların karşısında bütün bunların boş çıkması neticesinde papalığın ve kiliselerin otoritesi sarsıldı.
Bu seferler sonunda Hıristiyanlar, Müslü manları yakından tanıdılar. Muharebe meydanlarında aslanlar gibi cesûrane dövüşen Müslümanların, aslında çok merhametli, iyiliksever, misa firperver olduklarını yakından gördüler. Müslümanların, papazların bahsettikleri gibi olmaması, Avrupalı Hıristiyanların daha önceki düşüncelerini değiştirdi.
Papalık, bu seferlerin masraflarını karşılamak gayesiyle Hıristiyanların rûhânî işleri için vergi almak adetini çıkardı. Bulunduğu çevrenin kilisesine vergisini vermeyenler Hıristiyanlıktan aforoz edildi. Misyonerler faaliyetlerini artırıp, Asya ve Afrika'da Hıristiyanlığı yaymaya çalıştılar.
Haçlı seferlerine katılan şövalyelerin Müslümanlar karşısında güçsüzlüğü anlaşılınca, derebeylik idaresi zaafa uğradı. Merkezi otoritenin hâkimiyeti artıp, Avrupa'da krallık rejimi kuvvetlendi. Köle durumundaki köylü, toprak sahibi efendilerinden arazi alarak, mal mülk sahibi oldu. Avrupa'da aralarında büyük eşitsizlik ve adaletsizlik uçurumu bulunan sınıflar arasındaki fark kısmen azaldı.
Doğu sanat ve medeniyetini tanıyıp, İslamî eserlere hayran olan Haçlılar, Müslümanlardan sanat ve teknik alanda birçok yenilikleri ve keşifleri öğrendiler. Pek çok eseri yağmalayarak Avrupa'ya kaçırdılar. Bu ise Avrupa'da ilim ve tekniğin gelişmesine sebeb oldu. Müslümanlardan kâğıt ve pusulayı da öğrenen Haçlılarda gemicilik çok gelişti. Venedik, Cenova, Marsilya, Pisa gibi Akdeniz limanlarının önemi artıp, ticârî faaliyetler hız kazandı. Bu şehirler serbest bölgeler mahiyetini alıp, Batı ve Doğunun ticareti gelişti.
Haçlı seferleri neticesinde Müslümanlar, Bizanslılar ve Yahûdiler çok zarar gördü. İslam ül keleri ve devletleri harab oldu. Yüz binlerce Müs lüman; Anadolu, Mısır, Suriye ve özellikle Kudüs'te kılıçtan geçirilip, yerleşim alanları yağmalanarak yakılıp yıkıldı. Kadınlar ve çocuklar bile hunharca öldürüldü. Haçlıların kılıcından sadece Müslümanlar değil, Yahûdiler, özellikle Ortodoks Bizans da nasibini aldı. İstanbul'un zenginliğine hayran kalan Latin Katolikler, şehrin sanat eserlerini zengin olmak hırsıyla yağmaladılar. Ortodoks ahaliye saldırıp mal, can ve ırzlarına ziyadesiyle zarar verdiler. İstanbullular şehri terk etmek zorunda kaldı. Haçlı zulmü o kadar arttı ki, asırlardır İstanbul'da bulunan Bizans İmparatorluk tahtı şehirden çıkarılıp, önceden Türkiye Selçukluları Devletinin başşehri olan İznik'e taşındı. Bizanslılar 1261 senesinde tekrar İstanbul'u Haçlılardan geri aldılar.
Haçlı seferleri neticesinde, İslam medeniyetini tanıyan Avrupa'da ilim ve teknikte gelişmeler olup, merkezi otoritenin kuvvetlenmesi yanında, Müs lümanlara karşı asırlarca devam edecek askerî, siyâsî, iktisâdî ve kültürel politikalarını da tesbit edi lip, safha safha tatbikine sebeb olmuştur.
Osmanlı Devletine ve diğer Müslüman devletlere karşı, 1364 Sırpsındığı, 1389 Birinci Kosova, 1396 Niğbolu, 1444 Varna, 1448 İkinci Kosova, 1453 İstanbul, 1538 Preveze, 1571 Kıbrıs, 1683 Viyana Kuşatması, Osmanlı Devletinin yı kılması ve 1919-1922 İstiklal mücadelemizde Haçlılar ittifak edip, Müslümanlara karşı cephe aldılar. Hatta Kudüs'ün elimizden çıkması üzerine müttefikimiz olan Almanlar bayram yaptılar.
Batılıların geçen asırlarda ve günümüzde İslam ülkelerine karşı tatbik ettikleri yayılmacılık ve sömürgecilik hareketleri, İslam dinine saldırmaları ve Müslümanları dinlerinden uzaklaştırmak için yaptıkları bütün dejenerasyon faaliyetleri, geçmişteki haçlı seferlerinin halen soğuk harp, kültürel ve ekonomik harp olarak devam ettiğini göstermekte, bugün bile pek çok eserimiz çalınarak batıya kaçırılmaktadır. Aksine batıdan ülkemize kaçırılmış bir tek eser bile görülmemiştir. Batı her hususta bunu bugün bile tatbik etmektedir.

Orta Asya'daki piramitler

Orta Asya'daki piramitler

Orta Asya’da, Çin’in Xi’an kenti yakınlarındaki, Büyük Uygur Türk Imparatorluğundan kalma Türk Piramitlerini anlatmaya geçmeden önce, tarihte ve bugün piramit kültürüne kısaca bir göz atmak istiyoruz. Piramitler denince aklımıza ilk önce Mısır Piramitleri gelmektedir.

Bunun nedeni de bütün dünyadaki basın yayın kuruluslarının Mısır piramitlerine ilgi göstermesindendir. Modern(!) dünyanın Mısır piramitleri ilgilenmesinin altında da bu piramitlerden çıkan göz kamaştırıcı hazineler yatmaktadır. Bu piramitlerin özelliklerini sıralayarak, bugünün teknolojisi ile yapılmalarının çok zor olduğunu söyleyerek, insanları, bu yapıları insan üstü güçlerin yaptıklarını düşünmeye zorlamaktadırlar.

Bunların birer örneğini bile yapma kudretinde olamadıkları için, onları incelemeyi, araştırmayı bir iş kolu haline getirmişlerdir. Bu araştırmalarda da ne kadar başarılı oldukları tartışılır.

Çünkü, bulgular ve buluntular gerçeği anlatsa da, insanlar bu eserlerle ilgili olarak gerçekleri anlatmak yerine canlarının istediğini anlatmayı tercih etmektedirler.

Bu durum Mısır Piramitleri için de böyledir, Sümer Piramitleri (zigguratları) için de böyledir, Maya piramitleri için de böyledir, Orta Asya Türk piramitleri için de böyledir.
Çin yetkilileri bu uygarlık belgelerini dünyanın gözünden gizleyebilmek için, üzerlerine sürekli yeşil kalan ağaçlar dikmişlerdir. Böylece yıllar sonra bu piramitler, üzeri ormanla kaplı tepeciklere dönüşeceklerdir. Böylece Çinlilere ait olmadığı kesin olan bu uygarlık şaheserleri belki bir yüz yıl daha insanlığın bilgisinden uzak tutulacaktır. Eğer böyle olmasaydı, yani bu piramitler Çinlilere ait olsaydı, Çin turist çekebilmek için kendi uygarlığının eskiliğini dünyaya anlatabilmek icin, bırakın üzerlerine ağaç dikmeyi, her piramidin her taşını tek tek parlatırdı.
Zaten piramitlerin bazılarının üzerlerine sürekli yeşil kalan yaprak dökmeyen türden ağaçların dikilmiş olması da bu yasağı daha anlamlı kılıyor.

Çünkü, hiçbir devlet kendi geçmişine ait bu kadar önemli yapıları yok saymaz. Bu hem tarihi açıdan hem de turizm açısından o ülkeye zarar demektir.

Buradan anlıyoruz ki bu piramitlerin Çin tarihi ile bir ilişkisi yok. Peki Asya’da bulunup eski Türk toprakları üzerinde yer alan bu eserlerin kiminle ilgisi olabilir? Elbette ki Türklerle!

Ama bu durum da onların ve Türkleri yok saymaktan büyük zevk alan ırkçı batının işine gelmemektedir. Bu bölgenin Kadim Türk toprakları olduğu bir gerektir. Hem de çok eskiden beri. Bu durum Çin kaynaklarınca da teyit ediliyor.
“Uygur Imparatorluğu Mu’nun en başta gelen koloni imparatorluğuydu ve doğu yarısı Tevratta sözü geçen Tufan sırasında mahvolmuştu. Çin efsaneleri Uygurlar’ ın 17.000 yıl önce medeniyetlerinin zirvesinde olduklarını anlatır. Bu tarih jeolojik fenomenlere de uygunluk göstermektedir.”
Mu devletinin Asya’daki uzantısı olan Türk Uygur Imparatorluğu haritalarına bir göz atılırsa, bu toprakların kimlere ait olduğu daha iyi anlaşılır. Bu haritayı bizler yapmadık. 1900’lerin başında Batık Mu kıtasını araştıran bir bilim adamı yaptı. Büyük Uygur Imparatorluğu Haritası, konuyla ilgili çalışmayı yapan İngiliz araştırmacı James Churchward tarafindan çizilmiştir. Bu haritaya göre de piramitler tam Uygur Imparatorluğunun ortasında bulunuyor. Biz “Bu topraklar kadim Türk topraklarıdır” dediğimizde, bazı tarihçilerimiz hemen Çin’de devlet kurmuş Cu hanedanını ve Hunları hatırlıyorlar.

Bunların ise o bölgelerde bulunmaları MÖ 1059 - 249 yıllarıdır diyorlar. Hatta biraz daha hızlarını alamayarak adeta bir yabancı ağzıyla; “Türklerin burada ne işi var” bile diyebiliyorlar.

Neden böyle söylüyorlar? Çünkü dünyaya Türk gözüyle bakmıyorlar da ondan.

Bizim bahsettiğimiz tarihler MÖ 17.000 yılları, yani Büyük Uygur Türk Imparatorluğunun yaşadığı dönem. Sonuç olarak; Piramit kültürünün bir sürec izlediğini düşünürsek, bu sürecin basında yer alan piramitler Orta Asya’daki Türk piramitleridir.

Yani piramit kültürünü geliştirenler Büyük Uygur Türk Imparatorluğunu kuran atalarımızdır.

Eğer yabancı bilim adamları ve araştırmacılar, Orta Amerika’da Maya, Inka ve Aztek harabelerinde bulunan kuş sembollerini dahi Uygurlar tarafindan çizilmiş sembollerdir diye açıklıyorlarsa, bu boşuna değildir.

Orta Asya Uygur, Mezopotamya Sümer ve Orta Amerika da Maya, Inka, Aztek kültürleri aynı kültürün farklı coğrafyalarda ortaya çıkışıdır. Artık her şey gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. Mızrak çuvala sığmamaktadır. Dürüst bilim adamlarıi gerçekten yana tavırlarını daha net olarak koymaya başlamışlardır.

Avrupa’da ve dünyanın başka bölgelerinde yılardır okunamayan yazılar okunuyor ve Türkçe oldukları anlaşılıyor. Bizlere de düşen çok şey var. Her seyi yabancılardan beklememek. İmkan ölçüsünde kendi geçmişimizi araştırmak, kendimizi aramak.

Çünkü geçmişini bilmeyen bir toplumun geleceği de olmaz. Çocuklarımıza iyi bir gelecek bırakmak çok para bırakmak, büyük servet bırakmak değildir. Onlara kendi öz kimliklerini bırakmak, ömür boyu onları yönlendirecek moral değerler bırakmaktır. Gerisini onlar halledecektir zaten.

Mücella Arslan

Neyzen

Neyzen

be hey dürzü
ne ararsın tanrı ile aramda
sen kimsin ki orucumu sorarsın
hakikaten gözün yoksa haramda
başı açığa niye türban sorarsın

rakı, şarap içiyorsam sana ne
yoksa sana bir zararım; içerim
ikimizde gelsek kıldan köprüye
ben dürüstsem sarhoşken de geçerim

işgaldeki hali sakın unutma
Atatürk'e dil uzatma sebepsiz
sen anandan yine çıkardın amma

baban kimdi bilemezdin şerefsiz

Neyzen Tevfik
24 Ocak 1879 da Bodrum'da doğdu.
28 Ocak 1953 de İstanbul' da öldü.

Mesketya

Mesketya

Ahıska Türklerinin tekrar vatanlarına dönmesi meselesi, Türkiye’nin komşusu Gürcistan’la ilgili en hassas konusu olması gerekirken maalesef buna şahit olamamaktayız. Türkiye sınırına 15 kilometre uzaklıkta olan Ahıska Bölgesi, Ruslar tarafından Mesketya olarak isimlendirilmiştir. Bugün Gürcistan da bu ismi kabul ediyor. Mesketya ve Meshi ismi de kullanılsa bile bu insanların Türk olduğuna kimse itiraz edemez. Ancak doğru olan Ahıska ve Ahıskalı Türkler adlandırmasıdır.
Ahıska, Türkiye sınırında olup Ardahan, Şavşat, Posof ve Çıldır ilçeleri ile komşudur. Kuzeyinde Gürcistan’ın Borjomi bölgesi, güneyinde Çıldır düzlüğü, doğusunda Borçalı ve batısında Acaristan ile çevrilidir. Abastuban, Adigön, Aspinza, Ahılkelek, Azgur ve Hırtız kasabaları ve bunlara bağlı 200 köyden oluşan bir bölge, 2004 tahminlerine göre 25 bin civarında insanı barındırmaktadır.

1578 yılında III. Murat zamanında Osmanlı hâkimiyetine giren bölge, 1829 Osmanlı-Rus Harbi sonunda imzalanan Edirne Antlaşması ile Rusya’nın eline geçmiştir. Ahıska Türklerinin bir bölümü, 1877–78 Osmanlı-Rus Harbi sonrası Osmanlı topraklarına sürülmüşlerdir. 1919’da Ahıska’nın Gürcistan’a dâhil olduğunu görmekteyiz. 1921 Kars Antlaşması ile Ahıska’nın bir bölümü Türkiye’de, bir bölümü de Rusya’da kalmıştır. II. Dünya Savaşı’nda Ahıska’dan 40 bin genç, Rus ordusunda görev yapmak için alınmıştır. Bunlardan 26 bini savaştan dönememiştir. Savaşa giden gençlerden geride kalan ihtiyar, çocuk ve kadınlar, demiryolu yapımında çalıştırılmışlardır. Bu demiryolları ise 14 Kasım 1944’te 115 bin Ahıskalıyı Stalin’in emriyle Kazakistan, Kırgızistan ve Özbekistan’ın Fergana Vadisi’ne sürgün edilmesinde kullanılmıştır. Sovyet kaynakları sürgün edilen insan sayısını 91 bin olarak gösterirken, 115 bin, 137.921 ve 180 bin rakamları telaffuz edilmektedir. Sürgün esnasında ve sonrasında yaşanan zor şartlarda 30 bin kişinin öldüğü söylenmektedir. Sovyetlerin yaptığı menfi propaganda sonucu yerli halk “Siz suçlu olmasaydınız sürülmezdiniz” diyerek gelenlere mesafeli davranmıştır. Sürgüne gönderilenlerin topraklarına Gürcü ve Ermeniler yerleştirilmiştir.

Sürgünün sebebi olarak Sovyet arşivlerinde, sınır bölgesinde yaşayan Türklerin, kaçakçılık ve Türk istihbaratına bilgi sızdırma gibi faaliyetler yürütmesi gösterilmektedir. Öne sürülen bu durumun gerçek sebep olması halinde sürgünün 1941-2’de olması gerekirdi. Ancak 1944’te Sovyet ordusu Berlin’deydi ve kazanan taraftaydı. Türkiye ve Türk sınırındaki kaçakçılık, bilgi sızdırma gibi meselelerden sıkıntısı kalmamış durumdaydı. Dolayısıyla arşivler işin bahanesini söylemektedir. Gerçek sebep Türkiye’nin Türk Dünyası’ndan koparılmak istenmesidir. Türkiye, Ahıska, Borçalı, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Doğu Türkistan. Bu sıralama Türkiye ile Orta Asya arasındaki karasal bağlantıdır. Nahçıvan ile Azerbaycan arasında Ermenistan olduğunu hatırlarsak, kuzeyden Gürcistan üzerinden karasal bağlantı kalır. İşte bu bağlantının Ahıska zinciri sökülüp alınmış, yerine Ermeni ve Gürcüler yerleştirilmiştir. Sürgünün sebebi budur.

Nisan 1989 tarihinde Özbekistan’ın Fergana bölgesinde yüzlerce Ahıskalının ölümüne yol açan olaylar yaşanmıştır. Bir pazar kavgasından başladığı söylenen olaylar, Ahıska Türkleri ile Özbekler arasında çatışmalara dönüşmüştür. Ahıskalıların kendilerinden daha iyi şartlarda yaşadığını ve Özbekistan’ı terk etmeleri gerektiğini dile getirenlerin olduğu ve yerel makamların da olayların büyümesini önlemek için hiçbir şey yapmadığı söylentiler arasıdandır. Rus derin devletinin tezgâhıyla böyle bir olayın yaşandığı söylentiler arasındadır. Gerçek sebebi aydınlanamayan olayların sonucunda Ahıska Türklerine yeni bir sürgün yolu açılmıştır. Öte yandan da Orta Asya’nın en güçlü toplumu olarak tüm Türk nüfusu dünyaya taşıyabilecek, bölgenin öncü kuvveti olabilecek Özbekistan ile diğer Türklerin arasının açılması sağlanmıştır. Ahıska sürgünü ile Türkiye’yi Orta Asya Türklüğünden koparan Rus devlet zihniyeti, Fergana olaylarıyla da Özbekistan’ı diğer Türklerden koparmak istemiştir.

Halen Krasnodar eyaletinde 12 bin kişi olmak üzere Kafkasya, Rusya’nın çeşitli bölgeleri, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Ukrayna, Sibirya ve Türkiye dışında bazı Asya ve Avrupa ülkeleri olmak üzere toplam 28 ülkede Ahıska Türkleri yaşamaktadır. 1992’de kabul edilen kanunla Ahıska Türklerinden bir bölümü Türkiye’ye getirilerek Iğdır’a yerleştirilmiştir. Bugün 400–450 bin dolayında Ahıska Türkü mülteci durumundadır.

1999 yılında Gürcistan, Avrupa Konseyi’ne üye olurken Ahıska Türklerinin geri dönüşleriyle ilgili yükümlülük üstlenmiştir. Buna göre Gürcistan, 1999’dan itibaren üç yıl içinde Ahıskalıların dönüşlerini başlatacak ve 12 yıl içinde yani 2011 yılında dönüş işlemini bitirecektir. Şu ana kadar somut bir gelişme olmamıştır. Eğer Gürcistan yükümlülüğünü yerine getirmezse Ahıska Türkleri, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne dava açabilecek ve bu yolla vatanlarına dönebileceklerdir.

Gürcistan Ahıska Türklerinin geri dönüşüne şartlı izin vermiştir. Şartlardan birincisi, geleceklerin sadece Ahıska bölgesine değil tüm Gürcistan topraklarına yerleşmeleridir. Tiflis bu şartı, Ahıskalıların bölgeden 91 bin kişi çıkmasına karşın bugün dönecek olan rakamın çok olması ve bölgenin bunu kaldıramayacağı savına bağlamaktadır. İkinci şart, Türklere verilecek kimliklerde Türk ve Müslüman yazmayıp Gürcü ve Hıristiyan yazacaktır. Gürcistan’ın bu şartının altında ise bölge halkının aslında Türk olmayıp, Meshi denen Gürcüler olduğu, zamanla ve zorla Osmanlılar tarafından Müslüman yapılarak Türkleştirildikleri savı yatmaktadır.

Beş ilçe ve 200 köyden meydana gelen Ahıska’da şu an daha çok Ermeniler yaşamaktadır. Türklerin dönüşü ile Ermeni-Türk geriliminin yaşanmasından, Türkiye’nin bölgede daha güçlü hale gelmesinden ve belki ilerde Türkiye’nin bölgeye müdahale etmesinden sadece endişe eden Tiflis yönetimi değildir. Ermenistan ve bir o kadar da Rusya durumu kendi aleyhine görmektedir. 100’e yakın köy ise Türklerin sürgününden günümüze hala boştur. Haziran 2002’de Krasnodar’da bulunan Ahıska Türkleri seslerini duyurabilmek için açlık grevi yapmışlardır. Krasnodar’da yaşayan 12 bin Ahıska Türkü “yasa dışı mülteciler” olarak adlandırılmakta ve yeni bir sürgüne gönderilmeleri istenmektedir. Türkiye’nin gündemine girmesinde aciliyet kesbeden meselelerin başında Ahıska Türkleri gelmektedir.

Mehmet Ali Bolat

İranda 35 milyon Türk mü var?

İranda 35 milyon Türk mü var?

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun meşhur “Yaban” romanındaki, Türk aydını Ahmet Celal ve Türk köylüsü Bekir Çavuş arasındaki ilginç diyalogu birçoğumuz biliriz:

Bekir çavuş:
—Biliyorum beyim, sen de onlardansın emme
Türk subayı Ahmet celal:
-Onlar kim?
— Aha, Mustafa Kemal Paşa’dan yana olanlar…
— İnsan Türk olur da nasıl Mustafa Kemal Paşa’dan yana olmaz?
— Biz Türk değiliz ki, beyim.
- Ya nesiniz?
- Biz İslamız, elhamdülillah… O senin dediklerin Haymana’da başlar.
( (İletişim Yayınları, 1998, S.172–173)

Yukarıdaki olay, geçmişte, günümüzde ve hatta gelecekteki milletleşme sürecimiz ile ilgili bize "millet" olarak ders verecek niteliktedir.
“Bizim kadar kendi tarihine, kültürüne ve şu andaki coğrafyasına yabancı olan başka bir millet var mı?”Eminim ki, şimdi anlatacağım olay, Türkiye’de yaşayan her güney Azerbaycan' lının başına gelmiştir:

Örneğin Türkiye’nin her hangi bir yerinde bir Türkiye vatandaşından adres soruyorsunuz ve karşınızdakine şiveniz biraz değişik gelince (1925ten beri Türkçenin okullarda yasaklanmasını da göz önünde bulundurursak, bazı “Türkiyeli” dostlarımıza göre bozuk bir şive olan güney Azerbaycan Türkçe'sinin şu mevcut şeklide bile yaşayabilmesi gerçekten bir mucizedir!)

Ve hemen ardından her zamanki diyalog başlıyor:

—Pardon siz nerelisiniz?
—Güney Azerbaycan'lıyım.
—Öylemi? Azeri misiniz?
—Hayır, efendim, Azeri değilim, güney Azerbaycan Türkü'yüm!
- Baku’den misiniz?!
Evet, anlaşıldı, tarih dersi başlamıştır!
1825 yılına dönüyorum ve o tarihte şu an İran denen coğrafyaya hakim olan Karakoyunlu Kaçar devletinin terkibinde, yarı bağımsız olan birleşik Azerbaycan’ın, çarlık Rusya’sı ile süren yıllarca savaştan sonra, Araz Nehiri sınır alınarak nasıl fiilen iki parçaya bölündüğünü, ve küçük bölümü olan, kuzey Azerbaycan’ın Rus hakimiyetinde, öteki esas ve büyük parça olan Güney Azerbaycan ise Türkmen Kaçar devleti terkibinde kaldığını ve bu bölünmenin günümüze kadar devam ettiğini (Güney Azerbaycan da 1925’ten sonra Kaçar Türk devletinin yıkılmasından sonra, fiilen Farsların egemenliği altına geçmiştir) ancak 1990lı yılların başında Sovyetlerin parçalanması ile birlikte, kuzey Azerbaycan’ın bağımsızlığına kavuştuğunu… Anlatmaya başlıyorum!

—Yani İranlı mısınız?
—Hayır, efendim, Güney Azerbaycan, İran adlı ülkede 1925’ten bu tarafa hâkim olan Farsların işgali altındadır.
—İran’da ne kadar Azeri var?
—Efendim, İran’da bir tane bile Azeri yok! İran’da 35.000.000 Azerbaycan Türkü var!Bizim vatandaş belli ki çok şaşırmış!
—Ama ne fark eder ki?
—Çok fark eder! Çünkü Azerbaycan bir coğrafya ismidir, millet değil, Azeri sözcüğü ise, ilk defa olarak, tarihin en azılı Türk düşmanı Stalin, daha sonra ise hasta beyinli İran-Fars şovenistleri tarafından, Azerbaycanlıların Türklük şuurunu yok etmek, unutturmak için uydurulan sahte bir kimliktir. Emin olun ki eyer Ruslar, Allah korusun Anadolu ya hakim olsalardı, burada da Egeli, ne bileyim Karadenizli ve İzmirli diye uyduruk milletler ve kimlikle yaratmaya çalışırdılar. Kendi kendime:

"Ah, Yakup kadri ah! Şimdi seni biraz anlamaya başladım, diyorum. Ne ise vatandaşımız iyicene meraklanmıştır anlaşılan:

—İran’da ne kadar Türk var ki? (hele şükür Türk dedi!)
—35 milyon
—Ne? 35 milyon mu? İran’ın ne kadar nüfusu var ki?
—70 milyon efendim!
—Allah, Allah o kadar var mı ki?
—Var efendim!
Ne ise ki şimdilik “Azeri değiliz Türküz” konusunda anlaşmış gibiyiz. Tabi şimdi vatandaşımızın birde “İran” merakı sarmıştır.

—Arapça biliyor musun?
—Hayır, efendim, bilmiyorum.
—Ama nasıl olur, İran Arap değil mi?
—Hayır, efendim İran’da Resmi dil Farsçadır (Acemcedir). İran’da ancak sizin Harran, Viranşehir ve Hatay’ınız kadar Arap kökenli var ve ya yok!
Evet, biraz yoruldum, ama bir Türk vatandaşının daha, doğu sınırına bitişik 35 milyon kardeşini keşif etmesini sağladığıma göre mutluyum… Hayır! İnsanımıza, Vatandaşımıza kızmaya, darılmaya hiç ama hiç hakkımız yok! Çünkü onu yöneten ve yönlendiren sistem, onun çevresini, dünyasını, doğal uzantılarını, ulu bir milletin mensubu olduğunu… Anlamasını engellemiştir. Peki, nedir bu sistem? Nerededir bu gerçek sandığımız hayalı matrix?

-…yönlendirilmiş gayri milli medya
— Türk devletini ve toplumunu Hitit ve Bizans uygarlıklarının kültürel mirasçısı olarak takdim eden eğitim sistemimiz.
—deve kuşu politikası diye yanlış yorumlanan “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesi İnsanlık tarihinin en yüce cihangir milletlerinden olan Türk varlığını, Atatürk milliyetçiliği gibi dar ve soyut bir kavramı kullanarak Ardahan ile Edirne arasında hapis eden zihniyetler (ve ondan sonra da Kerkük elden gitti gidiyor diye dövünen bir zihniyet, peki adama sormazlar mı 80 yıldır kış uykusuna mı dalmıştınız beyler?)
—ve son zamanlarda “Türkiye'li” ve “Türkiye'lilik” safsatası Evet, bu ülke Türk milliyetçisi rahmetli Ebulfez Elçi Bey'e
“Ekselans ne güzel Türkçe konuşuyorsunuz, nereden öğrendiniz?”
diye soran dış işleri bakanları da gördü! Karabağ’daki Türklere Ermeni canileri tarafinden soykırıma maruz karırken,
"Onlar şii biz Sünni, onlarla İran ilgilensin"
diyebilen cumhurbaşkanlarını gördü bu ülke! Aklıma şair Fuzuli’nin o meşhur dizeleri geliyor:

Dost bî-perva felek bî-rahm ü devran bî-sükûn
Dert çok hem-dert yok düşmen kavi tali’ zebun

Evet, bizde dış Türkler olarak, Türkiye’ye ilk adım bastığımızda buradaki acı gerçeklerle yüzleştik. Ama ne yazık dertlerimizi dinleyen, bizimle yürek birliği olan burada dava yoldaşlarımızı da en az bizim kadar dertli olduğunu gördük:

—Ya, biz de bu ülkede Türklük davası veriyoruz, Türkiye zaten şu anda Türk olmayan veya Türklük şuuruna sahip olmayan bir zümre tarafından ele geçilmeye çalışılıyor. Biz, Türkiye’ye deki Türk milliyetçileri olarak siz, dış Türklerin çektiği acıları anlıyoruz, ama biz de burada kendi canımızın derdine düşmüşüz…Evet, kandaşlarım, ülküdaşlarım, kardeşlerim, candaşlarım, dava yoldaşlarım, sizde haklısınız ne yazık ki, hem de çok haklısınız. Şair Feridûddin ATTAR’in dediği gibi:

Dost kötü günde belli olur. İyi günlerde ise yüzlercesi bulunur. Siz Türk milliyetçileri, siz ülkücüler, bizim zor günü dostumuz oldunuz. Bugün belki sınırlarımız birleşmeyebilir, ama kesinlikle gönüllerimiz birleşmiştir. Biz Güney Azerbaycan Türk milliyetçileri olarak, Tebriz’de, Urumiye ve Sulduz'daki bozkurt tek ışıldayan, umut, iman ve azim dolu gözleri Kars’tan Edirne’ye, aziz Türkiye’mizin her yerinde gördük. Bozkurt bayraklarının dalgalandığı o mukaddes ocaklarda, güney Azerbaycan yaşıyordu, vallahı, inanın aynı düşünceler, aynı yüzler, aynı sadelik, aynı hulus hatta çoğu muhabbetler bile aynıdır. O ocaklarda Şah İsmail de var, Yavuz Sultan Selim de var, Sultan Uzun Hasan da var, Hazret-i Fatih de var, Enver Paşa da var, Gazi Mustafa kemal Paşa da var, evet Çöhreganli da oradadır her zaman...Elbette bir gün dirilir eski beylerYine kılıç kuşanır tarihteki paşalar…

Aklıma yakın tarihimizde yaşanan bir olay geldi:
Birinci dünya savaşında Rusların desteklediği Ermenilerin, kuzey Azerbaycan’da Türk kıyımına başlamaları üzerine, Halil paşa komutasındaki Osmanlı ordusu (Kafkas İslam ordusu) birlikleri Bakû’ye doğru yola çıkarlar.Halil Paşa ve komuta heyetini taşıyan tren, Bakû’ye iki saat uzaklıkta bir tren istasyonunda dinlenme molası vermek için durur. O anda Halil paşanın bulunduğu mekana elinde sazı ile bir Azerbaycanlı Aşık gelir ve çalmaya başlar:

Trenler vagon vagon asker taşır Bakû’ye
Aşık bir iki defa bu dizeleri tekrar ettikten sonra, artık nerede ise bütün gücü ile haykırarak:

- …söyle Halil paşa Allah aşkına bunda ne iş var? Bunun üzerine Halil paşa ayağa kalkarak cevap verir:
- Bugün Bakû, yarın Taşkent sonraki gün ise Urumçi!
“NE OLACAK! BU İŞİN SONUNDA TURAN VAR”
Biz de o büyük paşayı saygı ile anarak, diyoruz ki:

Bugün Ankara, yarın Kerkük, bir sonraki gün ise Tebriz…
“Evet, NE OLACAK BU İŞİN SONUN DA TURAN VAR”


Oktay Türkmençaylı, teşekkürler...