Avrupa Avrupa Dediğimiz

29 Ocak 2009 Perşembe

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti dönemine ait resimler

Resimler için Sayın Metin Edirneli'ye teşekkür ederiz.

 

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti döneminde Kırcaali

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti döneminde Kırcaali

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti döneminde Kırcaali Yöneticileri

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti döneminde Kırcaali

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti döneminde Kırcaali. 1- Münir Bey 2- Tahsin Ağa

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti döneminde Kırcaali Belediye ve Telgrafhane Binası

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti döneminde Gümülcine'de tören

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti döneminde Gümülcine'de tören

 
 


Kader Özlem'in Batı Trakya Türk Cumhuriyeti adlı çalışması

Kader ÖZLEM kaderozlem@yahoo.com

''Tarih nankör değildir,bir hizmeti unutmaz;

İstikbalin vicdanı aşk istemez,kin tutmaz.''

M. Emin YURDAKUL



Batı Trakya Bölgesi hiç şüphesiz ki Türk tarihi açısından özel bir konum teşkil etmektedir.Osmanlı Devleti’nin Dağılma Dönemi’nde büyük ve orta ölçekli devletlerin bölge üzerindeki farklı stratejileri ve buna karşılık Türk Devleti’nin ve halkının bu oyunları bozmaktaki azmi Batı Trakya’nın tarihsel ve efsanevi boyutu hakkında bize bazı fikirler verebilir.Ne var ki günümüzde halen popülaritesini koruyan ve Türk-Yunan ilişkilerinde türlü dalgalanmalara neden olan Batı Trakya’nın tarihsel süreç içerisinde incelendiğinde göze çarpan en önemli özelliği, Osmanlı askerlerinin ve bölge halkının kurdukları Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’dir.



Bağımsızlığını yeni kazanan Balkan devletlerinin birleşerek Osmanlı Devleti'ne sırayla Karadağ,Bulgaristan,Sırbistan ve Yunanistan’ın harp ilanları I.Balkan Savaşı’nın başlangıcını oluşturur.Yıllarca süren harplerin yorgunluğunu üzerinde hisseden Osmanlı Devleti bu savaşa hazırlıksız yakalanmıştı.İkmal ve Levazım Teşkilatı'nın bozuk olması,muharebe gücü yüksek,deneyimli 120 tabur askerin terhis edilip Anadolu'ya gönderilmesi,askerin beslenme sıkıntısı,aynı zamanda ordunun siyasete karışması sonucu komutanlar arasında oluşan anlaşmazlık ve Balkan devletlerinin birleşmesine ihtimal vermeyen Osmanlı Devleti'nin sorumsuzluğu bu savaşın aleyhimizde sonuçlanmasında belirleyici olmuşlardır.Osmanlı ordusunun kısa sürede dağılması,Ekim sonlarında Bulgaristan'ın Çatalca önlerine gelmesine ve Osmanlı Devleti’nin Makedonya’yla irtibatının kopmasına neden olmuştur.Sırpların Üsküp’e girmesi ve Arnavutluğun işgal edilmesi artık Balkanlarda söz sahibi olmadığımızın göstergesidir.I. Balkan Savaşı sonucunda 30 Mayıs 1913'te Londra Antlaşması imzalanmıştır.Bu antlaşmaya göre Midye-Enez hattının batısında kalan bütün topraklar Balkan Devletlerine bırakılmış, Bulgaristan Dedeağaç ve Kavala arasındaki toprakların sahibi olarak Ege Denizi'ne çıkmış ve Osmanlı Devleti'nin batıdaki tek sınır komşusu olmuştur.Osmanlı'dan aldıkları toprakların paylaşılması konusunda birbirleriyle tutarsızlığa düşen Balkan Devletlerinin farklı menfaat algılamaları II.Balkan Savaşı’nın temelini oluşturur.Romanya’nın da çatışmalara intikali savaşa geniş bir boyut kazandırmıştır.Sofya merkezli çıkan bu savaş Bulgaristan’ın fazlaca hırpalanmasına neden olacaktır. Bulgaristan’ın içinde bulunduğu açmazdan faydalanmayı bilen Osmanlı Devleti Türkler için namus demek olan Edirne’yi geri almıştır.bu savaş sonunda Osmanlı Devleti’yle Bulgaristan arasında İstanbul Antlaşması imzalanmıştır.Antlaşmaya göre Edirne ve Kırklareli Osmanlı Devleti’ne geri verilirken;Yunanistan ile Osmanlı Devleti arasında da Atina Antlaşması imzalanmıştır.



Batı Trakya, 1912'de Balkan Savaşlarının hemen başında Bulgarlar tarafından;II.Balkan Savaşı esnasında da Yunanlılar tarafından işgal edilmiştir.Ancak II. Balkan Savaşı sonucunda imzalanan Bükreş Antlaşması Batı Trakya'nın bir kısmını Bulgar Devleti’ne bırakırken;Yunan tarafı bu bölgenin teslimi konusunda olabildiğince sorunlar çıkarmış hatta Batı Trakya sorununa Osmanlı Devleti'ni de karıştırmak istemiştir.Yunanlıların bu şekilde düşünmelerinde haklı gerekçeleri olduğu kesindir.Batı Trakya'nın Bulgarlar tarafından işgal edilmesinden sonra bölge Rumlarını Bulgaristan'ın zulmünden ve kötü idaresinden koruma isteği ve son zamanlarda hayli toprak kaybetmiş olan Osmanlı Devleti’ni de bölge sorununa karıştırarak Batı Trakya’yı Türklerden daha kolay alabileceğini umması Yunanlıların politik tutumlarını yansıtır.İşte bütün bu hesapların içinde II.Balkan savaşında Bulgaristan'ın içine düştüğü güç durumdan yararlanan Osmanlı Devleti 23 Temmuz 1913'te Edirne'yi geri almış ve Meriç nehrine kadar olan topraklarını kurtarmıştır.Ancak Meriç nehrinin batısında kalan ve yüzde seksen beş gibi büyük bir oran teşkil eden Batı Trakya'daki Türk nüfusunun geleceği Bab-ı Ali yönetimince üzerinde düşünülmeye değer bir konu olmuştur.

II.Balkan Savaşı sırasında Osmanlı Devleti'nin savaşa katılmaması konusunda sıkça nasihatlerde bulunan Batılı Devletler, Edirne'nin kurtarılışından sonra Osmanlı yönetiminden Meriç nehrinin batısına geçilmeyeceğine dair garanti almışlardır.Ordumuz bu kuralı hiçe sayarak Edirne'nin kurtarılışının hemen sonrasında 3000 kişilik bir akıncı müfrezesiyle Bulgaristan topraklarına girmiş, Habibçe, Harmanlı ve Hasköy'de akınlar gerçekleştirmiştir.Ancak nabız yoklama amacı taşıyan bu akınlar sonucu müfreze tahmin edilen tepkiyi görmüş ve Bulgaristan'ın Rusya ve Batının önde gelen devletlerine yaptığı baskı neticesinde Edirne'ye geri çekilmek zorunda kalmıştır.Tarihte 'Edirne Fatihi' olarak da bilinen Yarbay Enver,bu 3000 kişilik müfreze içerisinden 16 subay ve 100 erden oluşan 116 kişilik bir çete kurmuş ve Eşref Kuşçubaşı'nın emrine verdiği bu birliği talimatıyla Edirne'den Ortaköy üzerine göndermiştir.Birlik Ortaköy'e geldiğinde Papazköy civarında 1200 kişilik Bulgar Domuzciyef çetesi tarafından katledilen 400 Türk'ün cesetleriyle karşılaşmıştı.Bunun üzerine Eşref Bey Bulgar katilleri bulup cezalandırmak için Koşukavak üzerine yürümeye karar vermiş ve 16 Ağustos 1913'te Koşukavak'taki çarpışmada Bulgar çetesinden 83 er,Domuzciyef'le birlikte 5 subay ve 6 kaptan tutsak edilmiş,geri kalan ise dağıtılmış veya yok edilmişti.Müfreze Koşukavak'ta milli bir tabur kurmuş,Kamber Ağa isimli bir kişiyi hükümet reisi olarak tayin etmiş ve burada durmayarak Mestanlı üzerine yürümüştür.18 Ağustos 1913'te Mestanlı muharebesiz olarak ele geçirilmiş ve ertesi gün kısa bir çarpışma neticesinde Kırcali de alınmıştı.Burada 600 kişilik milli bir tabur meydana getirilmiş;Mestanlı ve Kırcali'ye de birer hükümet reisi tayin edilmiştir.Sonuçta bu üç kazada da asayiş sağlanmış ve kazaların idaresi sadece Eşref Bey'in müfrezesine bağlanmıştır.Bütün bu gelişmeler İstanbul yönetimince hiç de hoş karşılanmamıştı ve birliğe daha fazla ileri gitmemesi emri verilmişti.Bunun üzerine Eşref Kuşçubaşı bağlı bulunduğu Enver Bey'le bizzat irtibata geçmiş ve Batı Trakya'nın tümünün işgalini içeren bir talimat almıştı.Ayrıca, Enver Bey bir grup subay ve askeri daha bölgeye takviye etmişti.Bu gönderilen birlik içerisinde sonradan Teşkilat-ı Mahsusa'nın reisliğini ve I.Dünya savaşında da Irak cephesi komutanlığını da yapacak olan Süleyman Askeri Bey de bulunmaktaydı.Böylece Batı Trakya'daki mücadele dönemi ayrı bir döneme girmiş oluyordu.Sağlanan bu taze güçle birlikte ‘yeniden fetih’ çalışmalarına devam edildi.31 Ağustos 1913’te Gümülcine,1 Eylül 1913’te ise İskeçe yeniden Türk’ün diyarıydı.Yapılan bütün bu çarpışmalar sonucunda Dedeağaç haricinde –o zaman Yunanlıların kontrolündedir-Batı Trakya işgal edilmiş ve Meriç boyları Bulgar unsurlardan arındırılmıştı.



Gümülcine’nin kurtarılmasından sonra Garbi Trakya Hükümet-i Muvakkatesi kurulmuş ve reisliğine de Salih Hoca getirilmiştir.Ancak,Süleyman Askeri Bey Erkan-ı Harbiye ve Garbi Trakya Hükümeti İcraiye reisi olarak bütün yetkileri elinde bulundurmakla bu hükümetin de üzerinde bir otoriteye sahip olmuştu.Batı Trakya’nın işgalinin genişlemesiyle Garbi Trakya Muvakkat Hükümeti’nin kurulması,Sofya ve İstanbul yönetimlerini şaşkınlığa uğratmış ve bu ilerleyişin büyük bir tehlikeye gebe olduğunu düşünen Büyük Devletler ise Osmanlı Devleti’ni uyarma yoluna gitmişlerdir.Dedeağaç haricinde Batı Trakya’nın tamamını kontrol altında tutan Türk kuvvetinin Dedeağaç üzerine yürüyecekleriyle ilgili olarak istihbarat aldıklarını söyleyen Batılı devletler Osmanlı’dan kuvvetlerini geri çekmesini istediler.Bunların doğru olmadığını vurgulayan Osmanlı yönetimi birkaç birliğin sadece askeri manevralar için Meriç’i geçtiklerini,herhangi bir işgalin söz konusu olmadığını belirtmiş ve bölgeye giden kuvvetlerin derhal geri dönmelerini emretmiştir.Ancak geri çağrılan birliğin önde gelenleri bölgedeki Türk halkının yeniden baskı,zulüm ve sefalet altında yaşamalarından yana değildiler.İstanbul yönetimince kendilerine tebliğ edilen emri hiçe sayarak Osmanlı Devleti’yle maddi ilişkilerini kesmekle kalmamış; Batı Trakya’da bağımsızlık ilan etmişlerdir.Netice itibariyle 12 Eylül 1913‘te Garbi Trakya Müstakil Hükümeti adıyla tarih sahnesine yeni bir Türk Devleti çıkmış bulunuyordu.

Başkenti Gümülcine olan bu yeni Türk Devleti siyasal yönetim açısından cumhuriyet rejimini temsil ediyorken Türk Tarihinin labirentlerinde bir ilki temsil ediyordu.Batı Trakya Türk Cumhuriyeti, Kars civarında 1918’de kurulan Azerbaycan Türk Cumhuriyeti’nden 5 yıl önce,Ulu Önderimizin 29 Ekim 1923’te kurduğu cumhuriyetten de 10 yıl önce fiiliyata geçmesi bakımından ilginçtir.Yeni Devlet, ay yıldızlı,yeşil,beyaz bayrağı kullanmıştır.Siyah matemi,yeşil Müslümanlığı,beyaz ise aydınlık günleri temsil etmekteydi.Ayrıca, cumhuriyetin ileri gelenleri amaçlarının ne olduğunu bildirmek ve seslerini dünyaya duyurmak için Batı Trakya ajansını kurmuşlar ve bununla ilgili olarak Samuel Karaso adında bir Yahudi’yi görevlendirmişlerdir.Türkçe ve Fransızca yayın yapan bağımsız anlamına gelen ‘’independant’’ isimli bir gazete çıkarılmış;hatta Süleyman Askeri Bey tarafından Batı Trakya için milli bir marş bile kaleme alınmıştır.Yunan ve Bulgar posta pulları geçersiz sayılmış ve yerine hükümet tarafından yeni pullar bastırılmıştır. Batı Trakya’nın Bulgarlara karşı savunulması amacıyla savunma planları yapılmış ve askeri kuvvetler buna göre tertiplenmiştir.İstanbul’dan Eylül sonlarında 3.000 tüfek ve 500 sandık mermi getirilmiş,Ekim ayında ise devlet bütçesi hazırlanmıştır.Devletin asker sayısı 30.000 kadardır.Bunların 6.000’i Osmanlı askerlerinden,geri kalan 24.000 ise bölge insanından oluşmaktadır.Bütün bu gelişmeler bize devlet yönetim organlarının teker teker oluşturulduğunu gösterirken, Türklerin teşkilatçılık özelliğini bir kez daha ortaya koyar.



O sıralarda kadronun önde gelen isimlerinden biri olan Yüzbaşı Yakup Cemil kat edilen mesafeyi şöyle anlatır:’’Balkanlara hızla girip,kaybettiğimiz topraklarımızı geri almamız üzerine Düveli Muuazzama derhal sadrazamın makamına koştular.Güya, Londra Antlaşması’nı tek taraflı olarak bozmuşuz, hemen işgal ettiğimiz topraklardan çıkmalıymışız.Kim kimin toprağını işgal etmişti?İttihat ve Terakki’nin uygun görmesiyle Süleyman Askeri Bey,Eşref Kuşçubaşı,Çerkez Reşid,Sapancalı Hakkı ve Fehmi Beyler gibi arkadaşlarla Meriç’i geçip Trakya’ya daldık.Gümülcine,Kırcali,Dimetoka gibi yerleri bir bir geri aldık.Serez’e de el atıp Yunan hududuna dayandık.Bulgarların Ege bağlantısını kesmiş olduk.Avrupa ayağa kalktı.Dış baskıları azaltmak için Garb-i Trakya Muvakkat Hükümeti’ni kurduk.Bu bir cumhuriyetti ve Türk tarihinde bir ilki gerçekleştirmiştik.Bayrağımız vardı,başkentimiz Gümülcine’ydi,pul bile bastırmıştık’’.

Bir tarafta kendi askerlerinin başarısı öbür tarafta hatırı sayılır devletlerin gelişmelere olan muhalefeti arasında sıkışıp kalan Osmanlı Devleti ve başından beri gelişen hadisleri kendi politik çıkarlarına aykırı bulan Bulgaristan yeni kurulan Türk Devleti’ni resmi manada tanımamışlarsa da Yunanistan bu devleti memnunluk içinde karşılamıştır.Bunun doğal sonucu olmalıdır ki, 2 Ekim 1913’te Dedeağaç, Yunanlılarca Türk Devleti’ne bırakılmıştır.Hatta Yunanlılar silah ve cephane yardımı bile yapabileceklerini belirtmişlerse de bunun sadece boş bir söz olduğu zamanla anlaşılmıştır.



Ne var ki, bütün bu hadiseler Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin kalıcılığını sağlayamamıştır.Bulgaristan’ın Batılı Devletler ve Rusya nezrinde yaptığı girişimler sonucu Osmanlı Devleti uluslar arası ilişkiler ekseninde hayli sıkıştırılmıştır.Bu baskılara daha fazla dayanamayan Osmanlı Devleti Bulgaristan’la 29 Eylül 1913’te İstanbul Antlaşmasını imzalamış ve Batı Trakya’nın Bulgaristan’a ilhakını resmen onaylamıştır.Ayrıca, Batı Trakya Hükümeti üyelerinin ve bu hükümet yanlısı kişilerin İstanbul Antlaşması’na uymaları ve bu yoldan vazgeçmeleri istenmiş,bu kişilerin bölgeyi en geç 25 Ekim 1913 gününe kadar Bulgarlara teslim etmeleri için mühlet verilmiştir.Nitekim, 25 Ekim 1913’te Batı Trakya Müstakil Hükümeti kendini feshederken; İstanbul’dan gelen Albay Cemal Bey’in gözetiminde Bulgar kuvvetleri bölgenin işgalini 30 Ekim’e kadar sessizce tamamlamışlardır.Ancak, Devletin silah ve cephanesi ileride yeniden kullanmak ümidiyle saklanmıştır.



Osmanlı Devleti’nin bölgeyi Bulgarlara bırakmasının nedeni bazı kaynaklarda İttihat ve Terakkinin iç politik çekişmelerinin sonucu olduğu şeklinde de geçmektedir.Şöyle ki, Osmanlı Devleti’nin yönetimini beğenmeyen Türk aydınlar birer birer Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ne akın etmişler ve Devlet yönetim kademelerinde yer almışlardır.İş, bu safhaya varınca kurulan yeni Devlet Osmanlı için potansiyel bir rakip durumuna gelmiştir.Ancak,olaya yalnızca “iktidar olma hevesi uğruna İttihat ve Terakkinin Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni gözden çıkardı” diye bakmak bizi yanlış sonuca ulaştıracaktır.Babı Ali baskınından sonra devlet kademelerinde görev alan İttihat ve Terakki üyelerinin basiretsiz uygulamaları ve yabancı devletlerin telkinlerine uyularak yürütülen bir dış politika böyle bir sonucun meydana gelmesinde belirleyici olmuştur.Ancak,Bulgarların silah gücüyle yıkamadıkları Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’ni başka bir Türk Devletinin aracı edilerek tarihten silinmesi Osmanlı Devleti üzerinde olumsuz tenkitler yapılmasına zemin hazırlamıştır.Netice itibariyle 55 günlük siyasi bir ömürden sonra Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin tarih sahnesinden çekilişi ve bölgenin Bulgarlara bırakılması Batı Trakya Türk Halkı üzerinde hayal kırıklığı yaratmıştır.Hükümetin yönetici kadrosu İstanbul’a geri dönmüş olsa da Enver Bey imam,köylü ve iş adamı kılığında Teşkilat-ı Mahsusa ajanları göndererek Batı Trakya’da Türk kimliğini ve etkinliğini korumaya çalışmıştır.Yıllar sonra bakıldığında Enver Bey’in uygulamasının başarılı olduğu görülür.Türk-Yunan ilişkilerindeki Batı Trakya sorununa Yunanlıların tarihsel bir perspektiften bakıp, 1913’teki olayların analizini yapması radikal politik tutumları bir tarafa bırakıp ılımlı bir siyasa izleyeceğini zaman kanıtlayacaktır.

KAYNAKÇA

·          AYDINLI  Ahmet,Batı Trakya Faciasının İç Yüzü,Akın Yayınları,İst.1971

·          BATIBEY  Kemal Şevket, Bati Trakya Türk Devleti, Boğaziçi Yayınları, İst.1978

·          Batı Trakya’nın Sesi, Sayı:65, Ağustos 1988

·          BIYIKLIOĞLU Tevfik,Trakya’da Milli Mücadele,Cilt I, II.Baskı,TTK Yay.,Ank.1987

·          GÜNDAĞ Nevzat,Garbi Trakya Hükümet-i Müstakilesi,Kültür ve Turizm Bak. Yay.Ank.1987

·          ÖZKAN Tuncay,Mit’in Gizli Tarihi,Alfa Yay.,İst.2003

·          YALÇIN Soner,Teşkilatın İki Silahşörü,Doğan Kitap,İst.2001

·          http://www.kumkale.net/19mayis3.html

·          http://www.gbg.benet.se/osmanli/savaslar/1.balkan.htm

 http://www.balgoc.org.tr/bilgi/bttc/bttc.html

MUHACİR

MUHACİR

Göç Eden, Kendi Memleketinden Ayrılıp, Başka Bir Beldeye Yerleşen Ve Vatan Tutan Kimse, Göçmen. Hicret Kelimesinden Gelen Ve Tamamı Için Linke Tıklayın" Href="Http://Ansiklopedi.Bibilgi.Com/Arapça">Arapça Olan “Muhâcir” Kelimesi Genel Olarak Bu Anlamda Kullanılır. Ancak Terim Olarak; Allahü Teâlânın...

göç eden, kendi memleketinden ayrılıp, başka bir beldeye yerleşen ve vatan tutan kimse, göçmen. Hicret kelimesinden gelen ve Arapça olan “Muhâcir” kelimesi genel olarak bu anlamda kullanılır. Ancak terim olarak; Allahü teâlânın izniyle, Peygamber efendimizden önce, Peygamber efendimizle birlikte ve Peygamber efendimizden sonra Mekke fethine kadarMekkedenMedîneye hicret (göç) eden Müslümanlar için kullanılır. Muhâcir kelimesinin çoğulu “Muhâcirûn” veya “Muhâcirîn”dir.
Mekkeli müşrikler Peygamber efendimize ve Müslümanlara akla gelmedik baskı ve işkence yapıyorlardı. Allahü teâlânın izni ve emriyle Müslümanlar evlerini, mallarını, âile fertlerini terk ederek İslâmiyetin yayılması için Mekkeden iki defa Habeşistana sonra da Medîneye hicret ettiler. Medînede bulundukları zaman da canlarını Allah yolunda fedâ etmekten çekinmediler. İslâm dîninin yayılması için yapılan harplerde büyük kahramanlıklar gösterdiler. Birçoğu bu harplerde şehit düştü. Peygamber efendimiz Muhâcirlerin maddî durumlarını iyileştirmek için Medîneli Müslümanlar (Ensar)la onları kardeş yaptı, harplerde alınan ganîmetlerin bir kısmını muhâcirlere verdi.
Mekkeli Müslümanların hicreti Mekkenin fethine kadar peyderpey devam etti. Son Muhâcir Peygamberimizin amcası hazret-i Abbâs oldu. Abbâs radıyallahü anh Mekke fethi için hazırlıklar yapılırken Medîneye hicret etti. Peygamber efendimiz yolda karşılaştıklarında kendisine; “Ey Abbas, ben peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi, sen de muhâcirlerin sonuncususun.” buyurdu.
Hicretten sonra Medîne nüfûsunun önemli bir kısmını teşkil eden, gerek Mekkede gerekse Medinedeyken her türlü fedâkârlığı gösteren Muhâcirûn (Muhâcirler) Kurân-ı kerîmde medhedildiler.
Allahü teâlâ Bakara sûresi 218. âyetinde meâlen; “Allah ve Resûlüne îmân edenler ve vatanlarından hicret edip Allah yolunda cihâd edenler (var ya!) İşte onlar Allahın rahmetini umarlar. Allah pekçok mağfiret ve rahmet edicidir” ve Âl-i İmrân sûresi 195. âyetinde meâlen; “... Dinlerini korumak için vatanlarından (Mekkeden Medîneye) hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim dînim uğrunda işkenceye uğrayanların (eziyet görenlerin), savaşanların ve bu yolda öldürülenlerin günahlarını elbette örteceğim. Onları altından nehirler akan Cennetlere koyacağım. Bu lütuflar onlara Allah tarafından mükâfattır. Allah indinde onlara sevabın da en güzeli vardır.” ve Tevbe sûresi 20. âyetinde meâlen; “Îmân edenler, (Mekkeden Medîneye) hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihâd edenler, Allah indinde daha yüksek dereceye sâhiptirler. Onlar dünyâ ve âhiret seâdetine kavuşanlardır.” ve Tevbe sûresi 100. âyetinde meâlen; “Önce Müslüman olanlardan, Muhâcirlerin ve Ensârın önde gelenlerinden ve bunların yolunda gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır ve bunlar da Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâ bunlar için Cennetler hazırladı. Bu Cennetlerin altından nehirler akmaktadır. Bunlar Cennette sonsuz kalacaklardır.” buyurmuştur.
Mekke fethiyle Muhâcirlik durduysa da, Muhâcirûn şerefli bir topluluk olarak devam etti. Gerek Peygamber efendimizin sağlığında, gerekse vefâtından sonra büyük vazife ve hizmetler yüklendiler. Peygamberimizin dört halifesinin Muhâcirûndan olması onların derece ve hizmetlerinin yüksekliğini göstermektedir.
Bugün muhâcir kelimesiyle başka dindeki milletler tarafından işgal edilen eski Osmanlı topraklarından Türkiyeye göç eden Müslüman ahâli kastedilmektedir. Doksanüç Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Harbi), Rusların, Bulgarların, Yunanlıların ve diğer Hıristiyan milletlerin akıl almaz zulüm, işkence ve katliâmlarından kurtularak Türkiyeye iltica eden Müslüman ahâli, ülkemizin çeşitli yerlerine yerleştirilmişlerdir.
Doksanüç Harbinden sonra, ardı arkası kesilmeyen muhâcir kâfileleri Türk târihinde ayrı bir yer tutar. Bu zamanda bir milyondan fazla muhâcir Bulgaristan topraklarından İstanbula geldi. Pek büyük bir kısmı yollarda açlık ve soğuk sebebiyle telef oldu. Türkleri göçe, topraklarını ve servetlerini bırakarak
gitmeye zorlamak için Rus işgalcilerle Balkanlarda bağımsızlık kazanan milletler pekçok zulüm ve baskı yaptılar. General Gurko bir Türk şehri olan EskiZağradaki Müslüman-Türkleri topluca kılıçtan geçirdi. Plevne Savunmasından sonra Ruslar tarafından esir edilen 43.000 Türk askeri dondurucu soğuk altında bekletilirken, Plevnede ağır yaralı ve hasta oldukları için bırakılan 4000 Türkten 3000i hayatlarına dokunmayacaklarına dâir söz vermelerine rağmen boğazları kesilerek, gözleri oyularak Bulgarlar tarafından hunharca öldürüldüler.
Mahmûd Celâleddîn Paşanın yazdığı Mirât-ı Hakikat adlı târih kitabında Doksanüç Harbi sonrasındaki göç hâdisesi şöyle anlatılıyor: “İşte o elem ve ızdırap dolu günlerde, artık devletin Sofya için yapacak birşeyi kalmamıştı. “Düşman geliyor!” sadâları Sofyada toplanmış yüzbinlerce Müslüman âile fertlerinin kulaklarını çınlatıyordu. Bu durum karşısında mâneviyatları tamâmen sarsıldığından varlarını yoklarını yollara atıp, çocuklarını da önlerine katıp, feryâd ederek göç etmeye başladılar. Kışın olanca şiddetiyle hüküm sürdüğü ve her tarafın karlar ve buzlarla kaplı olduğu bir zamandı. Nereye gideceğini bilemeyen muhâcirler, Sofyayı Köstendil üzerinden Üskübe bağlayan anayolda toplandılar. O kadar kalabalık olmuştu ki, cadde üzerinde dört sıra hâlinde bir konvoy teşkil eden arabaların hareket etme imkânı kalmamıştı. Bu îtibarla bir arabanın dışarıdan konvoya girmek için on iki gün beklendiği ve bu yüzden yüzlerce insanın arabaların altında donup kaldığı görülmüştü.
Sözüne îtimad edilir birisi, bizzat şâhit olduğu şöyle hüzün verici bir hâdise anlatır: “Sofya dışındaki kabristanda, bir muhâcir kadın gördüm. Yanında iki kızı ve yedi-sekiz yaşlarında bir oğlu vardı. Kadın etrâfa seslenip; “Ben şu kızlarla başımın çâresine bakayım, bu oğlanı benden alacak bir hayır sâhibi yok mu?” dedi. O esnâda biri; “Ben kabul ederim!” diye cevap verdi. Zavallı kadın oğlanı ona gönderirken ensesine şiddetli bir tokat indirdi. Orada bulunanlar; “Be kadın niçin çocuğu dövüyorsun?” dediklerinde; “Ben onu artık bir daha öbür dünyâda göreceğim. Acısı yüreğinde kalsın da, yaşadığı müddetçe anasını unutmasın diye bu tokadı vurdum.” cevabını verince, işitenlerin yüreği sızlamıştı.” İşte bunu okuyacak olan bizden sonraki nesiller, Sofya muhâcereti sırasında Müslümanların neler çektiğini düşünsünler.” (Mirât-ı Hakikat s.508).
Balkan Harbi, Birinci Dünyâ Harbi sırasında da büyük muhâcir kalabalıkları gelerek Türkiyeye yerleştirilmişlerdir. Bulgaristan, Bosna-Hersek, Romanya gibi Balkan ülkelerinde ve Afganistanda baskı ve zulme uğrayarak Türkiyeye göç eden büyük kitlelerCumhûriyet döneminde de gelerek memleketimize yerleşmişlerdir. Bugün muhâcir yerine “göçmen” kelimesi kullanılmaktadır.

http://ansiklopedi.bibilgi.com/MUHACİR

25 Ocak 2009 Pazar

Büyük BOZGUN 93 SAVAŞI

BÜYÜK BOZGUN “93” SAVAŞI

Tsunami faciası yalnız denizlerde, yalnız yer kabuğundaki depremlerde değil üzerinde yaşadığımız topraklarda savaşlar sonu bozgunlarında da yaşandı, hem de katlanarak. Öyle bir kaç senelik facia değil asırlar süren tarihi milli facialarımız var.

93 savaşı faciası bunun büyük örneğidir. 1978’den günümüze kadar 130 yıldan beri süren süre gelmektedir.

Donarak ölenlerimiz yalnız Allahü Ekler dağlarında ölen 60 bin askerimiz değil, 93 savaşı büyük bozgununda ocak şubat aylarının sert balkan kışında can pahasına yollara düşüp donarak ölenler katlanarak yaşanmış olduğu tarihi arşiv kayıtlarına çok acı olarak geçmiştir. Bu arşiv kayıtlarında yuvarlakta olsa günde 60 bin ölü toplanıp toprağa verildiği, tipiden kar altında kalanların bir kısmı kadın saçlarını karlar üstünde adeta biz buradayız “biz burada karlar altında donarak ölenlerdeniz” işaretini verenlerdir.

İlkbaharda karlar eriyince birbirlerine sarılmış, donarak ölmüş, kılıçtan geçmiş olan başsız yığınlar halinde göç yolu şehitlerini günlerce ve hatta aylarca toplayıp toprağa verildiği, yine tarihi arşiv kayıtlarında kanlarımız donduran kayıtlar hep 93 savaşı balkan Türkünün büyük bozgun faciasındandır.
Tarihte bu kadar derin acı iz yarası bırakmış başka bir savaşımız olmadı. 1912 Balkan savaşı da acı iz bırakmıştır ama 93 savaşı Osmanlı öncesi bu topraklara toplanmış, iz bırakmış olan Avar, Tuna Bulgarları, Peçenek, Kuman, Gagauz ve Anadolu’dan getirilip yerleştirilen evladı Fatihan adını verdiğimiz, Yörük Türkmen akıncı oymakların topluca o topraklardan ezerek, sürerek atılmasıydı.

Bu savaş hem Rusların hem Sırpların hem Bulgarların beş asırlık kinleri idi. Panislavist, Slav milliyetçiliği, Slav İmparatorluğu hayali idi. Akdeniz’e inme amaçlarıydı.

Bu hayali gerçekleştirmek için, yüzyıl önce Karadeniz sahili Odesa’da ETNİKİ ETERYA derneği ilkeleri doğrultusunda başlatıldı.

Odesa’da açılan okulda Sırp, Bulgar, Rum, Ermeni yetenekli çocukları toplanıyor, yetenekleri doğrultusunda; öğretmen, papaz, tüccar adamı yetiştiriliyordu. Eğitim tamamlanınca geldikleri yerlere geri gönderiliyor, gönderildikleri yerlerde İhtilal hazırlıkları yaptırılıyordu.

Buradaki eğitimin amacı Balkanlarda ve Doğu Anadolu da etnik azınlıkları İhtilal’e karşı hazırlamaktı, öylede oldu. Yüz yıllık bu sistematik çalışma yavaş yavaş meyvesine hem Doğu Anadolu da hem Balkanlarda vermeye başladı.

İstanbul’daki Rus elçileri büyük Slav Ülküsü Derneği üyesi generallerdendi. Mencikov ve İgnatsiev bunlardandı. Bu elçiler isyan kıvılcımı ve isyan gözlemcileriydi. İsyanın olgunlaşmasını Osmanlıların en zayıf dönemlerini değerlendiriyorlardı. “93 Savaşı” için “TAM ZAMANIDIR” raporunu veren İgnatsiev idi. Aynı zamanda bizzat kendisi Plevne de Çar II Aleksandır yanında savaşan kurmaylardandı.

İstanbul da saray işte bu prensipleri planlı çalışmaları bu savaş hazırlıklarının derinleşmesinin farkında değildi. Tershane Konferansında Karadağ’da küçük bir ilçeyi veremezken 93 savaşıyla (570 Km) Edirne’ye kadar Balkan Türk topraklarını elinden Tsunami’den daha büyük facia ile kaybediverdi.
Savaşın sonuna kadar kendine değilde hep İngiltere’nin sahte politikasına güvenildi. Ruslar genelde uyguladıkları gibi bu savaşı hem Doğu Anadolu’dan ve hem de Balkanlar’dan açtı. Doğuda Ruslara Ermeniler, Batıda Bulgar Çeteleri ve Romen Askerleri destekliyordu.

Her iki yöremizde Türk Halkı kılıçtan geçirilmiş olmuş olsalardı hiçbir zaman insani duyguları uyanmayacak, zira yüz yıl bunun için eğitip hazırlanmışlardı. Doğuda Muhtar Paşa, Balkanlarda Gazi Osman Paşa askeri ve halkıyla insanüstü gayretle savaşıyordu. Savaşın yapıldığı toprakların ve İmparatorluğun yükü onların omuzlarındaydı.

Ruslar Plevne de ilk hücumlarında 3000 ölü vererek çekildiler. Uzun bir hazırlık yaptıktan sonra ikinci hücuma geçtiler. Ancak hücumu yapan alay 7500 ölü vererek yok oldu, kalanlar dağıldı. Bunun üzerine Rus Kurmayı şoka girdi. Bulgar halkı ve bir kısım Rus askeri Tuna’nın Romanya tarafına kaçmaya başladı.
Rus Çarı hemen Romanya da ve Petersburg’daki saray Hassg askerlerinin yardıma gelmelerini istedi. Romen Kralı büyük bir asker desteğiyle yardıma gelerek Rus Asker moralini düzeltti.

Eğer II.nci saldırı yenilgisinde Osman Paşa Ruslara Hücumu sürdürmüş olsaydı büyük işe yarayacaktı zira tamamen Rus askeri şoka girmişti. Plevne şehri savunma tepeleri şehir sathından 117 metre yüksekte idi, bu savunmayı bozmak istemedi. İstanbul’dan yardım gelmediği takdirde bu tepelerin savunması Plevneyi kurtaracaktı. Ancak burada Ruslar tarafından bütün yolların kesilmesi ve abluka altına alması düşünülmedi. Ruslar Plevne savunmasını kıramayacaklarını anlayınca Plevne ye gelen bütün yardımların yollarını kestiler.

115 gün süren savunma Gazi Osman Paşa’yı, askerini yordu, tüketti. Öyle ki Plevne’nin bütün evleri sokakları aç susuz yaralı asker ve sivil halkla dolup taştı. Ümitsiz olanlara değil de ümitli olanlara ameliyat yetiştirilemiyordu. Tüm ameliyatlar ilaçsız tunç yüreklerin inanılmaz iradesi ve imanı ile yapılıyordu. Yaralar şehitlerin giysileri yırtılarak yine ilaçsız sarılıyordu.

Açlık gün geçtikçe artıyor, nakliyede kullanılan hayvanlarda kesilip yeniliyordu. Askere, yaralıya, hastaya haftalık tek bir tahin ekmeği verilebiliyordu. Gazi Osman Paşa 10 Aralık gecesi muhasarayı yarmak için çıkış harekâtına karar verdi ancak sonra öğrenilen ve savaş sonu İngiltere de görülüp yaşamını sürdüren bir Yahudi tarafından Rus istihbaratına haber ulaştırılıyor.

Çıkış anındaki ölüm kalım savaşında Gazi Osman Paşa yaralanıp esir düşünce Plevne savunması sona erdi. Artık Rus ordusunun İstanbul yolu açılmış oldu. Vakitsiz yetişen Veysel Paşa’da Şipka geçidini koruyamayınca Rus İmparatorluğu hayaliyle dolu olan Rus Subayların ve askerlerin hiçbir engelsiz İstanbul’a doğru hızla yürüyordu. Önüne gelen halkı ezerek Yeşilköy’e kadar kısa zamanda ulaştılar.
Kayıtlara göre 250 bin sivil halkın Rus ordusunun önünde can pahasına kaçmaya çalışıyordu. 570 km’lik yol baştanbaşa ölüm yolu oldu. Kanlı, acılı büyük göç yolu oldu. Top arabalarının tekerlekleri ve at nalları altında ezilerek çamurlara karışmış Türk askeri ve halkının cesetleriyle yollar kaplıydı.

Bu cesetlerin arasında parçalanmış arabalar, at, öküz ölüleri de Yeşilköy’e kadar bu insan ölülerinin arasında idi.

Tren ve karayoluyla İstanbul’a ulaşan göçmen halk, bir yığın yaralı soğuktan ve savaşın şokundan açlık ve sefaletten bitkin ve hastaydı. Bu kadar insanın sığınması gıdası savaşın faciası büyüklüğü kadar büyüktü. Büyük felaketin getirdiği dayanılmaz acılar yeni hastalıklar yeni ölümler getiriyordu.
Saray gerçekten çaresizdi. İngiliz Kızılhaç’ını yardıma çağırdı, İngiliz Kızılhaç’ı yalnız ölüleri toplayıp, gömme işini yerine getirebiliyordu. Ölü sayısı her geçen gün artıyordu. Tüm bu felakete ilave olarak tifo hastalığı da girmişti.

Yine arşiv kayıtlarında günde 6000 ölü insan toprağa gömüldüğü belirtiliyordu.
İngiliz Kızılhaç’ı bu ağır görevi ancak bir ay sürdürebildi ve habersiz olarak terk edip gitti, buna kaçmakta denir. O günlerde yeni kurulmuş olan Türk Kızılay’ına kalmıştı bütün sağlık hizmetleri. Ancak yara ve acılar büyüktü. Sefalet, hastalıklar ölümler hiç eksilmiyordu.

Ocak, şubat, mart aylarının acımasız soğuğu içersinde erişmiş tükenmiş olan bedenler başta tifo olarak hastalıklara hiç direnç gösteremiyordu. Artık İstanbul halkı da yardım elini çekmek zorunda kalmıştı. Zira onlarda savaşın etkisi ile bitkin bir halde idi. Sokaklar, cami ve cami avluları, evlerin merdiven altları dolup taşmıştı. Bu manzarayı gören sağlıklı insanlar dahi şok içersinde kalıyorlardı.

Saray idaresi yığınlar halindeki balkan göçünü gemilerle Karadeniz, Ege Denizi kıyılarına taşıdığı gibi trenle de Anadolu içlerine taşımayı hızlandırıyordu. Gemiler limanlarda, trenler istasyonlarda çevre şehir ve köy idarecilerine bırakıp yenilerini almak için tekrar İstanbul’a dönüyorlardı. Bu nedenle Anadolu’nun tren yolu boylarında denizlerinin kıyılarında iskân evleri çoktur.

Kıbrıs’taki Erenköy’de bunlardan birisidir. Kıbrıs’ta tek bir iskan köyü olmasının nedeni ise; Kıbrıs İskanı başlayınca Rumlar hemen İngilizlere etki ederek iskanı durdurmuşlardır.

Bu demek oluyor ki Ruslar ta 130 yıl öncesinden “ENOSİS’i” planlamışlardır. 1571’den 1878’e kadar 307 yıl Türk idaresi altında olan Kıbrıs Adası artık İngiliz idaresindedir.

Bunu Osmanlı Rus savaşı içinde yürüttüğü sahte politika ile Osmanlıdan almıştır.

Rus ordusu Tunayı geçip Osmanlı Rus savaşı başlayınca padişah Abdülhamit’e “BİZ VARIZ” Ruslara fırsat vermeyiz, bu bizim politikamıza ters düşer şeklindeki güven veren sözleriyle gaflet içinde bırakmıştır. Plevne düşüp iş işten geçtikten sonra Rus ordusu İstanbul kapısına dayandığında İngiltere’nin sesi çıktı, yardıma hazır olduklarını haber verdiler ancak şartları vardı. O da Kıbrıs adasının İngiltere’ye bırakılmasıydı bu da İngiltere’nin sinsi, fırsatçılığı idi.

Rusların sık boğaz ettiği Osmanlının vereceği cevap Kıbrıs için evet’ten başka çare yoktu.
Kıbrıs adası da Balkan toprakları ile beraber 93 savaşında işte böyle elimizden çıkmıştı. Gerek balkan topraklarında, gerek Doğu Anadolu da gerekse Kıbrıs’ta 93 savaşında başımıza neler gelmedi ki.
1374 Sırp sındığı ve 1395 Niğbolu savaşları arasında fethi yapılan Balkan topraklarına ve Kıbrıs adasına 1878’e kadar Anadolu’nun her köşesinde tam 504 yıl evladı fatihan adını verdiğimiz akıncı Yörük oymakları yerleştirilmişti. O topraklarda Türklüğün geleneklerimizin ve İslam mayası olmuşlardı.
Osmanlının ilk Rumeli’ye geçişi 1356 yılından başlayarak O topraklara obası ile kıl çadırıyla at davar sürüleriyle kilometrelerce uzak yollarda aylarca yol alıp gittiler, intibak zorlukları ile yerleşip görevleri olan Balkan Türklüğünü oluşturdular. Bu Balkan Türklüğünün mayası oldular. Ne yazık ki sarayın affedilmez ihmali ile 93 savaşında yitirildi.

Bu savaş sonunda sağ kalanlar makûs göç yolunda bitkin ve feryatlı acılarıyla yine Anadolu ya döndüler. Öyle acımasız bir dönüş ki yaralı-kanlı ağıtlar Tuna-Meriç-Arda nehirlerinde Balkan dağları derelerinde gece gündüz günümüze kadar hep yankılandı ve daha da yankılanacak.

GÖÇ YOLU
Sönerken Balkanlar’da Türklük güneşinin şuaları,
Akşamının yası Balkan Türkünü sardı
Doksan üç savaşından beri göç yolunda
Gönlü kayan hep Balkan Türkü vardı.

Tarih dile gelip tam anlatsaydı bu yolu;
Bitmezdi, anlattıkça kanardı,
Kanadıkça kalemiyle ağlardı
Sayfalar yetmezdi, Koca bir tarih olurdu.

Bu acı tarihe Balkan Dağları pınarla ağlardı,
Tunalar, Meriçler ağıtla çağlardı.
Makûs göç yolunda acı çeken FATİHAN feryatları,
Sığmazdı bu koca tarih’e………………….
Sığmazdı Koca Tarih’e



Büyük bozgun 93 savaşı faciası ile sökülüp art arda gelen Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı içersinde Çanakkale, Yemen, Filistin, Kafkas, Allahü Ekber, Galiçya savaşlarının bitkinliği, tükenikliği içersinde tırnak altında canla başla SEVR mucize savaşı Kurtuluş Savaşımızla sona erdi. Bu yeniden var oluş savaşımız öyle bir milli kurtuluş savaşımızdı ki 1800 rakımlı Kocatepe’den 30 Ağustos’u Lozan’ı Ulus Devlet oluşumuz, Türkiye Cumhuriyetini görüp yeniden var eden bir Mucize savaştı.
Yeniden doğuşumuzun kahraman şehitlerimize Vatan Sathı dolusu ile Şükranlarımız olsun.



Hit: 40
İstatistik: Puan: 0 Oy:0 (Rating Scale: 1 = Kötü, 10 = İyi)
Eklenme Tarihi: 02/25/2008
Yazar/Kaynak: emin hoca
Yazar'a Ait E-mail/Website: Belirtilmemiş
Gönderen: admin
Yorumlar: 0 Yorum

http://www.aziziye.org/article_read.asp?id=19

22 Ocak 2009 Perşembe

Bulgaristan’da Türklerin Problemleri - Rafet Ulutürk

Bulgaristan’da Türklerin Problemleri - Rafet Ulutürk

Tarih: 08.01.2009 

Bulgaristan’da Türklerin Problemleri

Bu gün dünya Türklüğünün en güçlü devleti şüphesiz Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bulunduğu coğrafi konum, tarihi miras, ekonomik ve siyasi yapısıyla uygar dünyanın sayılı devletleri arasında yer almaktadır. Bu konumu itibarıyla Türkiye dost ve düşmanlarının odağı haline gelmiştir. Türkiye’nin yakın çevresinde yaşayan Bulgaristan Türklerinin çeşitli ve ciddi problemleri bulunmaktadır. Bulgaristan Osmanlı İmparatorluğunun çekilişinden sonra çok açı günler yaşanmıştır, hatta şu an bile yaşanmaya devam etmektedir. Onlar tarihi misyonu gereği bu problemlerin çözümünde ve yaşanan acı olayların tekrar edilmemesinde Türkiye’nin yardımlarına muhtaç durumdalar. Uzun yıllar milli, dini ve kültürel değerlerinden mahrum kalan bu insanlar geçmişte yaşadıkları acı tecrübeler sonrasında varlıklarını devam ettirebilmek için büyük fedakârlıklara katlanmışlardır. Bugün Bulgaristan Türklerinin birçok sorunu bulunmaktadır.

1. Milli Kimlik Sorunu

Bulgaristan Türkleri Berlin Antlaşması’ndan sonra siyasi literatüre girmiş bir kavramdır. Bu tarihten sonra Bulgaristan’daki Türkler, gerek Türk – Bulgar Anlaşmalarında gerekse Bulgaristan’ın diğer uluslar arası anlaşmalarında, Bulgaristan Türkleri, Bulgaristan Müslümanları adları altında azınlık olarak yer almışlardır. Bu her iki ifadenin de aynı anlamı taşıdığı göz ardı edilmemelidir. Çünkü yüzyılımızın başlarında “Millet” kavaramı Din ile eşanlamlı olarak kullanılmıştır. Bulgaristan Hükümetleri tarafından Türklere verilen azınlık haklarının çoğu sadece kâğıt üzerinde kalmıştır. Bulgar Hükümetleri’nin Türklere azınlık haklarını vermesi bir tarafa, onların varlığını bile kabul etmemiştir. Bulgaristan’da yaşayan yüz binlerce Türk, Müslümanlaşmış Bulgarlar, Zorla Türkleştirilmiş Bulgarlar, Bulgarca Konuşmayan Bulgar gibi kavramlarla adlandırılarak milli kimliklerinden uzaklaştırılmaya çalışmıştır. Bulgaristan yasalarında yer alan bu asılsız ve gerçeği yansıtmayan kavramları kabul ettirmek için özellikle Komünist Bulgar İdareleri yoğun bir baskı politikası uygulamışlardır. Soğuk Savaşın sona ermesi ve Komünizmin çökmesi ile 1990 da bu baskı rejimi son bulmuştur. Bulgaristan’da demokratik bir rejimin yerleşmesi ile birlikte Türkler rahat bir nefes almış seçme seçilme Türk isimlerini kullanma ve kısmen de olsa anadilde eğitim gibi hakları Türklere verilmiştir. Türklere verilen haklar her gün genişletilmiş ve günümüzdeki halini almıştır. Ancak burada göz ardı edilen veya ettirilmeye çalışılan bir durum söz konusudur. Türklere birçok hak verilirken milli kimlikleri ve milli adları henüz verilmemiştir. Bulgaristan Türkleri Bulgar yasarlında Komünist Dönemin tanımı ile yer almaktadır. Evet, Günümüzde Bulgaristan Türkleri Todor Jivkov’un yasalaştırdığı gibi “Dilleri Bulgarca Olmayan Vatandaşlar” olarak Bulgaristan yasalarında yer almaktadır. Bu tanıma girecek birçok halk Bulgaristan’da yaşamaktadır, dolayısı ile bu kavram yeterli bir kavram değildir. Diğer üstünde durulan kavram ise Bulgaristan Müslümanları ifadesidir. Bu kavram da Bulgaristan Türklerini ifade etmeye yeterli değildir. Çünkü Bulgaristan’da binlerce Hıristiyan Gagavuz yaşamaktadır. Bu kavramın kabul edilmesi demek Anadolu Türk’çesine en yakın Türkçe’yi konuşan binlerce Öz ve öz Türk’ü inkâr etmekle eş anlamlı olacaktır.

Bu kavramların yetersizliği anlaşıldığına göre geçerli olan kavram ne olmalıdır?

Şüphesiz ki Bulgaristan Türkleri olmalıdır. Böylece Türkler, Bulgaristan’da Bulgarca konuşmayan diğer halkalardan ayrılacak Müslüman olan Çingenelerle değil Türk olarak Pomak ve Gagavuzlarla birleştirilerek kendilerini tam anlamı ile ifade eden kavramla Bulgaristan Türkleri olarak adlandırılacaklardır. Diğer bir söylemle “Türk her şeyden önce Adıyla Türk” olacaktır.

Bulgaristan Türklerinin ilk ve en önemli sorunu budur.

Gazeteler yayın organları Bulgaristan Türkleri olarak tanıyor olabilir fakat uluslar arası hukukta geçerli olan yasalar ve resmi belgelerdir. Günümüzde Bulgaristan’da yasaları ve resmi belgeleri düzenleyen Hükümetin ortağı Türklerin temsilcisi olduğu tezini işleyen ve bu sayede bulunduğu makama gelen siyasi bir parti vardır. Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH-DPS), bu sorunu çözecek tek kurumdur. Hak ve Özgürlükler Partisinin bu gün 240 sandalyeli Bulgaristan Millet Meclisinde 34 Milletvekilliği 3 bakanlık 14 bakan yardımcılığı son terel seçimlerde de 1 il 34 ilçe ve 663 Belediye Meclis üyesi olmak üzere temsil edildiği göz önüne alındığında sorunların çözümünde ne yoğun vazifenin bu partiye düştüğü daha net görülecektir. Gerekli yasal değişiklikleri ve düzenlemeleri yaparak, haklarını savunduğunu Milletine önce adlarını kazandırmalıdır.

2. Dini Eğitim:

Bulgaristan Türklerinin din ve vicdan hürriyetlerinin kısıtlanması Bulgaristan’ın kuruluşu ile başlamış ve 1944’ten sonra iktidara gelen komünist rejimde hat safhaya ulaşmıştır Özellikle Jivkov döneminde camiler kapatılmış, din adamları görevinden alınmış, dini eğitim veren kurum ve kuruluşlar ortadan kaldırılmış, karşı gelenler ise sert bir şekilde cezalandırılmıştır. Bulgaristan Türklerinin Türklük şuurunun muhafazasında çok önemli yer tutan İslam dinini ortadan kaldırmaya çalışan totaliter Jivkov idaresi böylece Türklük şuurunun temel taşlarından birini yok etmek istemiştir. Ancak Bulgaristan Türklerinin çetin kimlik mücadelesi nedeni ile emellerine ulaşamadılar. 1990’dan sonra yukarıda saydığımız bazı problemler çözülmesine rağmen birçoğu da çözüm beklemektedir.

Günümüzde Bulgaristan’da yoğun istek nedeniyle din eğitiminde bir canlanma başlamıştır. Ancak alt yapı yetersizliği yüzünden bu alanda yapılan çalışmaları ve açılan kurumları yeterli saymak mümkün değildir. Bulgaristan’da yetiştirilen din adamları eğitimlerinin genellikle Suriye gibi Arap ülkelerinde almaktadırlar. Bu nedenle Türk toplumunun kendine has öğeleri, örf ve adetleri geri planda kalmaktadır. Hâlbuki dini eğitimin bu öğelerle birlikte verilmesi gereklidir. Zira bu bölgede yaşayan insanlar yüzyıllarca çeşitli asimilasyon politikaları karşısında varlıklarını sürdürmeleri ve benliklerini korumaları bu öğelerle olmuştur

Sonuç olarak din adamlarının Türkiye’deki yüksek okullarda veya ilahiyat Fakültelerinde yetiştirilmesi şarttır. Dini eğitim yanında Türkçe eğitim de verilmelidir ki, Türklük şuuru sürekli zinde kalsın. Ayrıca Türkiye’den gönderilen din adamları Türk tarihini ve bölge insanlarını çok iyi tanımalıdır. Milli yönü bulunmayan bir eğitimin sakıncaları gelecekte çok büyük olacaktır.

3. Din adamları yetersizliği:

Komünizmin dini yasaklaması nedeni ile dine ve din adamlarına karşı şiddetli bir baskı uygulanmıştır. Din adamı yetiştirecek kurumlar kapatılmıştır. Böylece aile içi eğitime dönülmüştür. Komünist partinin görevlileri, genellikle halkın dini problemlerine çözüm aramak yerine komünizmin meşruiyetini halka anlatmak için din adamları adı altında görevlendirilmişlerdir. Bu yolla Türkleri dininden vazgeçirmek ve Türklüklerini unutmalarını sağlamak hedeflenmiştir. Bunun içinde bir çok kişi eğitilmiş ve Bulgar istihbaratı ile çalışmaya zorlanmıştır. Geçmişte Balkanlarda dini idarelerin başında bulunan din adamları, bu yolla yetiştirilmişlerdir. Din eğitimi alanında yeterli kaynakta bulunmamaktadır. Geçmişte dini eğitimi destekleyen ve besleyen vakıfların da çoğu alınmış, yıkılmış, yok edilmiştir. Ayakta kalanları da yaşatmak için gerekli olan halk desteği de organize edilememekte ve arzulanan verimlilik sağlanamamaktadır. Bu gün din görevlilerinin ücretleri /maaşları/ bile ödenmemekte. Halen halkın desteği ve vakıf gelirleri ile görevlerine devam etmektedirler. Camiler Büyük bir kısmı yıkılmışlar ve birçoğu ise amaçları dışında kullanılmaktadır. 1990 yılı sonrası bu konuda büyük boşluk olduğu ortaya çıkmıştır. l990‘dan günümüze kadar çok şeyler değişmiştir. Yine de burada yaşayan halk dini ihtiyaçlarını güçlükle karşılayabilmektedirler. Bununla birlikte Bulgaristan’ın her yerinde her geçen gün camilerin sayısı artmaktadır /yeni yapılan/ ve mantar gibi bitmektedirler. Özellikle Suudilerin yardımları ile yapılan ve Türk kültüründen uzak olan bu camiler gelecekte Türk insanında farklı bir düşünce yapısının oluşmasına neden olacaktır.

Ancak camilerin sayısı artması ile birlikte nitelikli görevlilerin Bulgaristan’ın şartlarına uygun ve bilinçlendirici faaliyette bulunmaları sayısal artıştan daha önemlidir.

Bu nedenle yetiştirilen Din adamlarını Bulgaristan’ın etnik yapısını çok iyi bildikleri gibi Balkanlar’da oynanan siyasi oyunları da bilmeleri gerekmektedir. Yoksa Bulgaristan’daki Türklerin parçalanması için yapılan faaliyetlerin önüne geçilmesi zorlaşacaktır. Özellikle Pomak Türkleri ayrımına çok dikkat edilmesi gerekir. Pomak Türklerinin Türkçe eğitimi konusunda ciddiyetle eğilmeli ve gerekli kaynaklar bulunmalıdır.

4. Eğitim Öğrenim Sorunu

Bulgaristan’da Türk Eğitimi’nin tarihsel süreci incelendiğinde bunun temelleri Osmanlı Dönemi’ne kadar gitmektedir. Bu dönemde Bulgaristan’daki eğitim-öğrenim düzeyi İstanbul’dan sonra İmparatorluktaki en üst seviyeye ulaşmıştır. Bundan sonraki dönemlerde tüm baskılara rağmen azala azala da olsa Komünist Dönem’e kadar varlığını sürdürmüştür. Komünist İktidarla birlikte Bulgaristan’daki Türk eğitimi iyice bitirilme noktasına getirilmiş ve son verilmiştir. Ancak Komünizm’in yıkılması ile birlikte eğitim alanında da maalesef beklenen gelişme kaydedilememiştir.

Günümüzdeki dönemle birçok anlamada benzerlik göstermesine rağmen kesinlikle özgürlüklerin günümüzden fazla olmadığı A. Stamboliyki İktidarı (1919–1923) dönemindeki Türk Eğitimine göz atıp sonar Günümüzü değerlendirmek istiyorum. Bu dönemde 1921/1922 Eğitim Öğretim yılında Bulgaristan’da 1.673 ilkokul, 39 ortaokul, 2.013 Türk Öğretmen ve 60.481 Türk Öğrenci vardı. Yani Türk Çocukları Kendi dillerine örf ve adetlerine göre yetişmişlerdir. Bu esaslara göre yetişen Türk Öğrenciler Bulgaristan’da “Türk Milli Kimliği’nin” korunmasını sağlamışlardır hatta bunu bir adım daha ileri götürerek Bulgaristan Türklerinin aydınlanmasını da sağlamışlardır. Bulgaristan’daki Türk Eğitiminin günümüzdeki durumuna göz atacak olursak durum son derce vahimdir. Türk okullarını, Türk öğretmenlerini bir tarafa bırakın Türkçe Dersi bile yok denilebilir. Belki tam anlamı ile yok değil, ama aldatmacadan göz boyamadan ileri gidebilecek bir durum da söz konusu değil.

Bulgaristan Anayasası’na göre azınlıkların ana dilde eğitimlerine hakkı var. Fakat yasanın uygulanma şekli tam anlamı ile bir aldatmacadan ibarettir. Yürürlüğe göre, Bulgaristan’da okuyan her öğrenci okuluna şahsi müracaatta bulanarak müfredat dışı anadilini öğrenebilir. Buradaki can alıcı olan nokta anadilde dolayısı ile Türkçe eğitimin müfredat dışı tutulması ve ders saatlerinin dışında bırakılmasıdır. Öğrenci psikolojisi ile düşünüldüğünde çoğu öğrenci okulda bir saat fazla kalmak istemeyecektir. Böylece dolaylı bir şeklide de olsa Türkçe eğitimin önüne geçilmiş olunacaktır. Türkçe eğitimin öndeki diğer bir gizli engel anadil eğitiminin seçmeli yabancı dil eğitimi olarak alına bilinmesine dair yönetmeliktir. Bu durumda Türk çocuklarının kendi dillerini yabancı dil olarak öğrenmeleri istenirken bunun karşısına İngilizce, Almanca gibi kullanırlılığı fazla olan Avrupa Dilleri konularak Türk çocukları bir tercih karmaşasına sokulmaktadır. Bunların yansıra Bulgaristan makamları gerekli talep yok, yeterli sayıda personel yok diyerek Türkçe eğitimi dolaylı olarak engellemeye çalışmaktadır. Bulgaristan’da En son Türkçe ders kitaplarının 1992 yılında basılması bunun kanıtı durumundadır. Bulgaristan’da Türk eğitiminin diğer ciddi bir sorunu da Ülkede Türk adıyla açılan cemaat eksenli okulların faaliyet göstermesidir. Buna paralel olarak özellikle bazı Arap ülkelerinin Türk öğrencilere yönelik Propaganda faaliyetleri ile Türklük Gurur ve Şuurundan uzak gençlerin yetişmesini amaçlaması Türk Eğitiminin ve Öğrencilerinin karşı karşıya kaldığı önemli bir tehlikedir. Özellikle yüksek öğrenim gören öğrenciler içi bu durum daha ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Bulgaristan’da Türk Eğitim – Öğretimi’nin sorunlarını çözmek öncelikle tabi ki Bulgaristan’da Türklerin temsilcisi olduğunu iddia eden ve hükmet ortağı olan Hak ve Özgürlükler Partisi’nin görevidir. Ancak Bu tek başına bir siyasi partinin çözebileceği bir sorundan daha büyük ve fedakârlık isteyen bir problemdir.

Bundan sonraki Süreçte bütün kurum ve kuruluşlara görevler düşmektedir. Ülkemizde bulunan ve Bulgaristan Türklerine yönelik onlarca dernek bulunmaktadır. Bu dernekler de sorunun çözümüne yardımcı olmalıdır. Bu derneklerin birçoğunun Bulgaristan’da bağlantıları mevcuttur, bu bağlantılarla Türkçe Eğitim teşvik edilmelidir. Hatta bu dernekler vasıtası ile geçmişte mevcut olduğu gibi kendi nüfuz bölgelerinde Okuma Yurtları oluşturabilirler. Bununla birlikte ülkemizdeki Bu Okuma Yurtları Bulgaristan Türkleri arsında Türkçe Eğitimi yaygınlaştırmak amacıyla kurulmuş bu amaçla Türkiye’den gazete ve dergiler getirerek Türk gençlerine sunmuşlar ve bu konuda toplantılar düzenlemişlerdir. Eğitim kuruluşları ile koordineli bir çalışma yürütülerek Bulgaristan’da Türkçe Eğitim-Öğretim yapacak eğitim kurumalarının kurulmasına yardımcı olabilirler.

Bununla birlikte yine bu vakıf ve kuruluşlar öncülüğünde Bulgaristan’dan Türkiye’ye Türklük Gurur ve Şuuruna sahip öğrenciler getirilebilir ve bunların eğitim ve öğrenimi ülkemizde gerçekleştirilebilir. Ülkemizde yetiştirilecek olan bu aydın gençler vasıtası ile Bulgaristan Türklerinin yeniden aydınlanmasına ve Milli Bilincin korunmasına yönelik faaliyetler yapılabilir.

Bulgaristan’da 41 üniversite bulunmaktadır. Bu üniversitelerin 11 tanesi de YÖK tarafından tanınmaktadır. Bu Üniversitelerde çoğu, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan 5.000’in üzerinde öğrenci öğrenim görmektedir.

Bu olumlu bir gelişme gibi görünmektedir. Ancak bu gençlerimizin çoğu maalesef Türk Milli Kimliğinden uzaktırlar. Geçmişte Ülkemizde gerçekleştirilen “Türk Talebe Birliği” gibi örgütlenmeler oluşturularak Türk Öğrencilerin Milli Kimliklerini koruyacak ve geliştirecek çalışmalar yapılmalıdır. Çalışmamızın başında var olma mücadelesinin bir safhası olarak siyasal egemenliği ve daha önemli bir safhası olarak ise Kültürel gelişmeyi göstermiştik. Kültürel gelişmenin temeli şüphesiz eğitim ve öğretimdir. Eğer Bulgaristan Türklerinin var olma Mücadelesinin başarıya ulaşmasını istiyor veya Bulgaristan Türklerini, Avrupa Hunları, Peçenekler, Kumanlar gibi sadece tarih kitaplarından okumak istemiyorsak Bulgaristan’da Kültürün temeli olan eğitim ve öğretimi geliştirmek zorundayız.

Bulgaristan’da da Türkler önceleri Hak ve Özgürlükler Partisi altında devam ettirdikleri mücadelelerini şahsi anlaşmazlıklar ve ihtiraslar yüzünden partiden ayrılıp birçok siyasi parti kurmuşlar ve bu partiler aracılığı ile siyaset yapmaya çalışmaktadırlar. Farklı bir fikir yoktur, hepsi ilk amaçlarının Türklerin haklarını savunmak olduğunu ileri sürmektedir. Ancak bunda ne kadar başarılıdırlar o da ayrı bir tartışma konusudur. Çok Partililik veya siyasal çeşitlilik demokrasinin vazgeçilmezidir. Normal şartlar altında bu kaçınılmazdır. Ancak Bulgaristan’daki durum normal bir durum değildir. Oradaki bir azınlık sorunudur. Dolayısı ile çok partililik ve siyasal çeşitlilik normal toplumlarda ne kadar olumlu ise azınlıklar içinde o kadar olumsuzdur. Bu durum Bulgaristan’da Türk azınlığın mücadelesinin zayıflamasına parçalanmasına bundan da daha vahim sonuçlarla karşılaşılmasına neden olabilir.

Bulgaristan Türklerinin siyasal bölünmüşlüklerinin nedenleri sadece bunarla sınırlı değildir. Fakat çözülmesi öncelikli olan ve çözümsüzlüğünün bedellerinin ağır olacağı sorunlar bunlardır. Bu sorunların çözümü nasıl sağlanabilir; Öncelikle Bulgaristan Türkleri arasındaki çok partililik sorunu ortadan kaldırılmalıdır. Sayısı nerdeyse 10’ubulan Türk partileri ortak paydada birleşmelidir. Bu yanlış anlaşılmasın, sadece bir parti olmalı buda Hak ve Özgürlükler Partisi olmalı demiyorum. Hak ve Özgürlüklerin karşısında mutlak Türk Partisi olmalı ki bu partide daha kontrollü hareket etmelidir. Bölünmüşlük burada da kendini göstermekte muhalif olarak 7–8 parti boy göstermekte, dolayısı ile Hak ve Özgürlükler Partisi de karşısında bunlar bir güç teşkil edememektedir. Bu parti Türklerin partisi olmaktan uzaklaşıyor ve Türklerin sorunlarına çözüm üretemiyorsa bunun çözümü Türk Kimliğinin bilincinde ve Türklerin sorunlarına sahip çıkacak bir siyasi organizasyon oluşturmak ve diğer partileri bu organizasyonda birleştirmek olmalıdır.

Bulgaristan Türklerinin bölünmüşlüğün en önemli faktörlünün Hak ve Özgürlükler Partisinin yanlış politikaları olduğunu söylemiştik. Bu partinin icraatları ve söylemleri bu partinin bir kavram kargaşası yaşadığını göstermektedir. Parti üst kurulları bir an önce bir kara vermeli bir Türk partisi midir yoksa Türk – Bulgar ayrımı yapmadan Bulgaristan’daki herhangi bir siyasi partimidir. Parti bir taraftan Türklerin Partisi olduğunu iddia ederken bir taraftan da Türkler ile ilgili sorunlara eğilen Partilileri görevden uzaklaştırmaktadır. Hak ve Özgürlükler Partisi 2005 seçimlerinde Türkiye’den 60 bin oy almıştır. Yine Türkiye’deki derneklerin organizasyonu ile Bulgaristan’a oy kullanmak için binlerce Türk götürülmüştür. Bu olaylar Hak ve Özgürlükler Partisinin tarihi başarısını sağlayan gelişme bu şekilde sağlanmıştır. Bu partiye bu başarıyı sağlayan unsurlar partinin safını da belirlemesini sağlanmalıdır. Böylece bu parti muhaliflerinin oluşmasının bahanesi ortadan kaldırılmalı ve bölünmenin önüne geçilmelidir.

Bu gerçekleştirilemiyorsa Milli Bilinç sahibi ve Türk Haklarını savunacak yeni bir organizasyon desteklenmeli ve Türklerin Bu Organizasyon bünyesinde bütünleşmesi sağlanmalıdır. Bulgaristan’daki Türklerin siyasi bölünmüşlük sorunun çözülmesinde yapılacak en önemli çalışma diğer bütün sorunların çözümünde de aşılması gerekilen ilk sorun olarak görünen Milli Bilincin sağlanması ve Türk aydınlanmasının sağlanmalıdır. Böylece siyasi rant, şahsi çıkarlar peşinde değil, Türklerin Sorunlarının çözümünün peşinde koşan bir Türk Eliti ile bu siyasi bölünmüşlük sorunu da çözüme kavuşacaktır.

5. Vakıflar ve Vakıf malları:

Vakıf malları Bulgaristan’da çok olmasına rağmen tam tespiti yapılmış değildir. Mevcut olan vakıf mallarının bir kısmı bazı şahıslar tarafından satılmış veya peşkeş çekilmiştir. Kiraya verilen malların gelirleri ise menfaat odaklarına gitmektedir. Bunların tespiti ve Türk Ulusuna kazandırılması gerekmektedir. Bulgaristan’daki vakıf mallarının büyük bir çoğunlu ise hala elde edilememiştir. Bir kısmı ile ilgili davalar açılmış olmasına rağmen davalar kasten uzatılmakta ve Bulgaristan idaresi de vakıf mallarını vermemek için direnmektedir. HÖH de bu konuda gerekli olan adımları atmamaktadır.

Oysa kiliselerin vakıf malları ile ilgili konular tamamen halledilmiş durumdadır.

Bu nedenle Bulgaristan’da bir dernek kurulmalı veya merkez oluşturulmalı ve bu vakıf malları ile ilgili tüm sorunların çözümü için dernek veya vakıf faaliyette bulunmalıdır. Bulgaristan’da bulunan tüm vakıflar buradan yönetilmelidir. Davalar ve idari işlemler bu dernek veya vakıf tarafından takip edilmeli ve sonuçlandırılmalıdır. Gerekir ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) başvurulmalıdır.

Diğer yandan Bulgaristan’da bulunan bütün Türk İslam tarihi eserlerinin envanterinin çıkarılması için merkez tarafından çalışmalar yapılmalıdır.

6. İşsizlik:

Bulgaristan’da işsizliğin en çok hissedildiği bölgeler genellikle Türklerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerdir. İstatistiklere göre işsizlik bakımından Romanlardan sonra Türkler ikinci sırada bulunmaktadır. Bu durum gelirlere de yansımaktadır. Gayri Safi Milli Hâsıla (GSMH)’dan en az payı Roman kardeşlerimizden sonra da Türkler almaktadır. Türkler genellikle tarım sektöründe istihdam edilmektedirler 1990’dan sonra tarım sektörünün tamamen dağılması ile sektörde çalışanların gelirlerinde de büyük bir çöküş yaşanmıştır. Bulgaristan’ın AB’ye girmiş olmasına rağmen sektör halen kendini toparlayamamıştır. Diğer yandan bilgisizlik nedeni ile AB fonlarından yararlanma da asgari düzeydedir.

7. Bilgisizlik:

Bulgaristan’da yaşayan Türk nüfusunun büyük bir kısmı tarım kesiminde çalışmaktadır. Ancak topraklarından yeterli verimi alamadığı gibi yeterli geliri de elde edememektedir. Bu nedenle kooperatiflerin kurularak verimin arttırılması ve ürünün de en iyi fiyata satılması gerekir. Ancak bu konularda bilgili olmadıklarından kooperatifleşme de yok denecek kadar zayıftır. Diğer yanda AB fonları konusunda da Bulgaristan Türkleri bilgisizdirler. Bu fonların hangi sektörlere ayrıldığı nasıl yararlanılacağı konusunda bilgilendirilmeleri şarttır. Bu nedenle her kesimde bilgilendirme seminerleri veya çalışmaları yapılması gerekmektedir.

8. Pomak Türkleri Sorunu

Türklüğün muhafazası meselesinin diğer önemli bir yönü olarak incelememiz gereken Pomaklar meselesidir. Pomaklar Balkanları güneyinde ve yoğun olarak Rodop dağları ile Pirin bölgesinde yaşayan genel çoğunluğu İslam dinine mensup bir topluluktur. Bugün Bulgaristan başta olmak üzere, Yunanistan, Makedonya’da yaşayan Pomakların 1877–1878 Osmanlı-Rus harbinden sonra önemli bir kısmının Trakya ve Anadolu’ya göç ederek yerleştikleri bilinmektedir. Bulgaristan’da bir milyon nüfusa sahip oldukları tahmin edilen Pomaklar Ukraynaca, Türkçe ve Bulgarca karışımı bir dilde konuşmaktadır.

Pomak Türklerinin kendilerini Türk olarak kabul ettiği bir gerçektir. Ancak Bulgarlar Slav ağırlıklı bir dil konuştuklarından dolayı Pomak Türklerini Bulgar olarak nitelendirmekte – Yunanistan ise en saf yunan ırkı olarak nitelendirmektedir.- ve bu topluluğun Osmanlı İmparatorluğu döneminde zorla Müslümanlaştırıldıklarını vurgulamaktadırlar.

Bir türlü Pomak Türklerinin kimliklerini kabullenemeyen Bulgar iktidarları geniş çaplı asimilasyon politikaları uygulamıştır. Bulgarların Pomak Türklerini asimize etme politikaları çeşitli yöntemlerle günümüze kadar sürmüş ve de devam etmektedir. Geçmişte asimilasyonu sağlamak için kaba yöntemler ile zorla göç ettirme politikaları uygulanırken günümüzde genellikle propaganda ve misyoner faaliyetleri ağırlık kazanmıştır. Yeni olarak değerlendirilebilecek bir gelişme ise Arapların Pomak Türklerine Vehabilik konusundaki propaganda çalışmalarıdır.

Artık kabullenilmelidir ki Türkiye, Bulgaristan ve Yunanistan’ın sahiplenmekten hiçbir şekilde vazgeçmediği Pomak Türklerine sahip çıkmakta geç kalmak üzeredir. Pomak Türklerinin Türkçe eğitim verilmesi, ortak bir tarih bilincine ulaşmalarının sağlanması, Türklük şuurunun kazandırılması ve bunlarla ilgili çeşitli yayınların yapılması gerekmektedir. Planlı bir çalışma ile Pomak Türklerini tamamen kazanmak mümkündür.

Pomaklara yönelik Türkçe eğitimi konusunda Bulgaristan’ın muhtelif yerlerinde Pomak Türklerinin yaşadıkları bölgelerde Türkçe kursları açılmalıdır. İlk aşamada en azından birisi güneyde birisi kuzeyde pilot bölgeler oluşturularak Türkçe kurslara başlanmalıdır. Yaz tatillerinde de kursu başarı ile bitirenleri Türkiye’ye 10 – 15 günlük kamp veya Anıtkabir’den başlayarak Topkapı Sarayı, Çanakkale, Mevlana, Bursa ya geziler de yapılmalıdır. Bu geziler diğer Balkan ülkelerinde gelen gruplar ile veya Türkiye’den gruplar ile ortaklaşa bütünleştirebilinir. Bu bölge halkı tarafından Türkçe kurslarına rağbet gösterileceğinden eminiz. Aşama aşama kurslar bütün Bulgaristan’a yayılmalıdır.

Sonuç:

Bulgaristan Türkleri için madalyonun iki yüzü vardır. Madalyonun ön yüzü güllük gülistanlıktır, her şey yolundadır. Ancak Madalyonun arak yüzünde durum, önyüzün aksine içler acısıdır. Bu madalyonu bir metal gibi düşünürsek, metaldeki paslanma küçük bir yerden başlar ve zamanla önlem alınmazsa bütün nesneyi sarar, böylece nesne zamanla kullanılmaz hale gelir ve yok olur. Maalesef Bulgaristan’daki Türkler için madalyonun arka yüzü paslanmaya başlamıştır. Eğer gerekli önlemler alınmazsa bu pas ön yüzü de saracak ve yok edecektir. Türkler Bulgarlar arasındaki ilk asimilasyonunu günümüzden 1500 yıl önce yaşamış Bulgar (Onogur) Türkleri Slav Bulgarlar haline gelmişlerdir. Eğer tarihin tekerrür etmesini istemiyorsak vakit varken çözümler üretmeliyiz. Bulgaristan Türklerinin bütün sorunlarının temelinde Milli Bilinç yoksunluğu yatmaktadır. Bu da ancak başta eğitim olmak üzere yukarıda saydığımız diğer çözümlerin çözümü ile mümkün olacaktır. Sorunlar gerçekçi olarak tespit edilmeli başkalarının çözüm getirmesi beklenmelidir. Çünkü Avrupa Birliği ve Avrupa, İnsan Haklarını, söz konusu Türkler olunca amaç olara değil Araç olara kullanmaktadır. Batı Trakya, Kıbrıs ve Bosna bunun en güzel örneğidir. Buralarda hangi soruna hangi çözüm getirilmiştir?

Avrupa’nın İnsan Haklarını amaç değil araç olarak kullandığına başka bir örnek daha vermek gerekirse Türkiye yetecektir.

Türk’ün sorununa Türk’ten başaksının çözüm aradığını tarih henüz yazmamıştır. Türk’ün Sorununu sadece Türk tarafından çözüleceği artık anlaşılmıştır. Ne Bulgaristan’da, ne Doğu Türkistan’da, ne Batı Trakya’da ne Kuzey Irakta ne de Türk Dünyasının herhangi bir köşesindeki Bir Türk için gözyaşı dökecek olanlar çözüm üretecek olanlar,

Bulgarlar Türkiyeliler veya Türküm diyemeyenler değil, “Türk gibi Düşünen Türk Gibi Yaşayan Velhasıl Türkoğlu Türkler, Türkçüler” Çözecektir. Türkler Türkleri korusun ve yüceltsinler.

Rafet ULUTÜRK

Bulgaristan Türkleri

Kültür ve Hizmet Derneği

Tarihsel Süreç İçinde Türklere Uygulanan Şovenist Bulgar Politikaları - Kader Özlem

Tarihsel Süreç İçinde Türklere Uygulanan Şovenist Bulgar Politikaları - Kader Özlem

Tarih: 01.01.2009

1389’dan 1878’e kadar Osmanlı Devleti’nin hoşgörü ve adalet dolu himayesi altında varlığını sürdüren Bulgarlar, bu süre zarfında her türlü dini vecibelerini yerine getirme hürriyetine sahip olmuş ve hiçbir şekilde soykırıma tabi tutulmamışlardır. Yaklaşık olarak 5 asır boyunca kardeşçe bir arada yaşamış olan iki milletin arasına nifak tohumları ekilmiş ve kısa bir süre içerisinde de birbirlerine kanlı bıçaklı düşman edilmişlerdir.

Bulgarlar tarihsel ve antropolojik açıdan incelendiğinde, ortaya Türk oldukları gerçeği çıkmaktadır. VI. yüzyılda Asparukh öncülüğünde Tuna boylarına gelip yerleşen Bulgar Türklerinin burada Slavlarla yoğun bir şekilde temasta bulunmaları, hem Slavlaşmalarına hem de Hıristiyanlaşmalarına neden olmuştur. Böylece, Türklük özelliklerini kaybetmişler ve Ortodoks dünyanın sıradan bir piyonu olma görevini üstlenmişlerdir. Osmanlı Devleti’nin himayesinde refah altında yaşayan bir milletin kısa zamanda dış kaynaklı propagandaların etkisi altında kalarak ihanet etmesi, onu Rusya’nın Panislavist söyleminin Balkanlar’daki en hararetli savunucusu haline getirmiştir. Bu çerçevede, Bulgarların Türklere karşı gerçekleştirdiği soykırım hareketlerinde en büyük payın Rusya’ya ait olduğunu söylemek yanlış olmaz. Nitekim Bulgarlar, bu faaliyetleriyle tarihte Türklere en fazla zararı dokunan kavimlerden biri olmuştur. Ancak, burada dikkat edilmesi gereken husus, Panislavist söylemin muhafızı, kökeni itibariyle Türk olan bir milletin olmasıdır. İşte, bu noktada karşımıza çıkan gerçek, Türklerin en karanlık devirlerinde bile tarihsel sürece yön verdiği ve nitelik olarak öbür kavimlerden üstünlük açısından farklılıklarının bulunmasının göstergesidir. Bu yaklaşım tarzı birçok akademisyen tarafından ırkçı söylemler taşıdığı gerekçesiyle reddedilse de esas manada Türk’ün yüksek bir yaradılışa sahip olduğunu ayan beyan ortaya koymaktadır. Hiç şüphesiz ki, bugüne kadar 100’den fazla devlet kurmuş, çağ açıp çağ kapamış, Panslavizm, Panislamizm, Pantürkizm ve günümüz AB’sinin baş mimarı olarak Türkler, tarihin en köklü milletidir.

1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından galeyana getirilen Bulgarlar, 1.500.000 Türk’ün göç etmesine neden olmuştur. Bu insan kitlesinin 450.000’i ya perişanlık ve sefalet içinde ölmüşler, ya da Bulgar çetelerince katledilmişlerdir. 1912–1913 Balkan Savaşları’nda hayal dahi edemeyeceği bir galibiyet kazanan Bulgarlar, bir anda kendilerini Çatalca önlerinde bulmuşlar ve Osmanlı’dan ele geçirdikleri topraklar üzerinde akıl almaz cinayetler işlemişlerdir. Genelini kadın ve çocukların oluşturduğu 500.000 insanımızın barbar Bulgar milislerince katledilmesi olayların ulaştığı boyutlar hakkında önemli bilgiler vermektedir. Ayrıca, Balkan Savaşları esnasında 440.000 kadar Türk’ün Anadolu’ya göç ettiği tahmin edilmektedir.

Bütün bu insanlık dışı uygulamaların amacı, Panslavizm’e inanmış, tek uluslu bir Bulgaristan yaratmaktır. Bunun için Türk azınlık katledilmeli veya en azından göçe zorlanmalıydı. Zira nüfusunun büyük çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu bir Bulgaristan’da Panislavist söylem yankı bulması mümkün olamazdı. Bulgarların, bu akıl dışı ülkülerine hayat sahası kazandırmak için izlemedikleri yol, uygulamadıkları strateji kalmamıştır. Türk isimlerinin Bulgar isimleriyle zorla değiştirilmeye çalışılması, dini faaliyetlerin yerine getirilmesinin engellenmesi, komünizm bahanesiyle camilerin kapılarına kilit vurulması, İslam’ın öngördüğü sünnet olmanın yasaklanması, Müslüman Türklerin cenazelerini Ortodoks usulleriyle defnetmeye zorlanışı, Türkçe yayın yapan gazete, dergi ve kitapların basımının durdurulması, Türkçe soyadlarına -ev,-eva,-ov,-ova gibi Slav kökenli eklerin ilave edilmesi, aile arasında dahi Türkçe konuşmanın yasaklanmaya çalışılması gibi faaliyetler bu ülküye erişmek için yapılan, görünüşte etkili olması beklenen ancak pratikte tam bir fiyaskoyla sonuçlanan, uygulamalardır.

Bulgaristan, 1944 yılında komünizmi kabul ederek Soğuk Savaş Dönemi’nde Varşova Paktı’na dâhil olmuş ve Sovyetler Birliği’nin etki alanına girmiştir. Komünizmin kabul edilmesiyle bitmesi beklenen facialar bitmemiş; aksine artarak devam etmiştir. Bulgar yönetiminin, Türkleri Bulgar potasında eritip asimile etme çabalarını devlet politikası haline getirdiğine tanıklık edilmiştir. Bunun için de ‘Devlet Terörü’ uygulamaktan çekinmemiştir. İşte, “Tek Komünist Halk” yaratma sevdasıyla tarihsel süreç içinde Türk azınlığın nasıl tanımladığına basit bir örnek: 1950’ye kadar soydaşlarımız ‘Türk Azınlığı’ şeklinde ifade edilirken, 1950–1965 yılları arasında ‘Türk Ahalisi’, 1965–1976 arasında ‘Türk Kökenli Bulgaristan Vatandaşı’, 1976 yılının akabinde ‘Bulgar Türkleri’ ve son olarak 1984 yılından sonra ‘Müslümanlaştırılmış Bulgarlar’ tabirleriyle Bulgaristan’daki Türk varlığının tanımı sıkça değiştirilmiştir. Bununla da yetinilmemiş, Türklerin yoğun olarak yaşadıkları yerlere ilişkin ‘Bulgarlaştırma-Hıristiyanlaştırma’ faaliyetlerine bağlı olarak 1948, 1951, 1964, 1969 ve 1970 yıllarında çıkartılan kararnameler, Bulgar yetkililerce titizlikle yürütülmüştür. Bulgar Devleti bunun meyvesini, 1950–1951 döneminde 154.393 Türk’ün göç etmesine sebep olarak almıştır.

Bulgaristan, bünyesindeki Türk azınlığın temel hak ve özgürlüklerini 27 Kasım 1919 Neuilly Suır-Seine, 24 Temmuz 1923 Lozan,18 Ekim 1925 Türk-Bulgar Dostluk, 10 Şubat 1947 Paris Barış, 1975 Helsinki Nihai Senedi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi gibi uluslararası antlaşmalarla garanti altına almıştır. Aynı zamanda, Bulgaristan anayasasıyla bunu onaylamıştır. Bulgar yönetimi, Türkleri asimile etme faaliyetleriyle yalnızca uluslararası antlaşmaları değil; kendi anayasasını ve bu anayasaya yaşam veren Marksist-Leninist ideolojiyi de çiğnemiştir.

1951’de çıkarılan kararnameyle komünist ideolojinin Türkler arasında yayılması için Türk azınlığa kendi dillerinde eğitim ve yayın yapma hakları verilmiştir. Bu çerçevede “Yeni Işık”, ”Eylülcü Çocuk”,”Yeni Hayat” gibi sıkı kontrol altında tutulan gazete ve dergiler çıkarılmıştır. Ancak, uygulama Bulgar yetkililerin umdukları şekilde sonuçlanmamıştır. Komünist ideoloji Türk halkı içinde hayat sahası bulamazken, Türkler arasındaki birlik, beraberlik ve dayanışma artmış, milliyetçi hisler gelişmiştir. Daha sonra bu olumlu gelişme 1956 yılında Bulgaristan Komünist Partisi’nin Genel Başkanlığına Todor Jivkov’un getirilmesiyle gölgelenmişti. İşte, bu tarihten sonra komünizmin yapısında bulunmaması gereken ‘din ve milliyet’ gibi prensipler yeniden gün ışığına çıkmış; Türklere karşı ‘Hıristiyanlaştırma-Bulgarlaştırma’ ülküsü doğrultusunda şovenist uygulamalara devam edilmiştir. Buna bağlı olarak, 12 Ekim 1946 tarihinde devletleştirilen Türklerin öğrenim gördüğü 2500 ilkokul, 67 ortaokul, 1 lise ve öğretmen okulu, Bulgar okullarıyla birleştirilmiştir. 1959’da Türk azınlık okulları kapatılmış, Türkçe seçmeli ders olarak haftada 2 saate indirilmiş ve 1974’te tamamen kaldırılmıştır. Yine buna paralel olarak, Türkçe yayın yapan gazete ve dergilerin basımı yasaklanmıştır. Ayrıca, 17 Ocak 1970 tarihinde Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi ve Politbüro yetkilileri, 549 sayılı “gizli tedhiş ile milliyet ve din değiştirme” kararını almışlardır ve kararın uygulanması 1968–1972 yılları arasında Pomak Türklerine yapılan katliama dönüşmüştür. Bu asimilasyon hareketinde 300.000 Makedon ve 200.000 Pomak Türk’ünün silah zoruyla isimleri değiştirilmiş ve direnen binlerce soydaşımız şehit edilmiştir.

Bulgar yönetimi Pomak Türklerini dünyaya ‘Müslümanlaştırılmış Bulgarlar’ şeklinde takdim etse bile aslına bakıldığında bunun koca bir yalandan ibaret olduğu anlaşılır. Pomak Türkleri, Kuman(Kıpçak) Türklerinin torunlarıdırlar ve son tahlilde Müslüman’dırlar. Böylesine sıkı sıkıya bağlı olduğumuz Pomak Türklerine 1968–1972 yılları arasında girişilen asimilasyon hareketine karşı Türk diplomasisinin ve kamuoyunun sessiz kalması, olayların dünya kamuoyuna gerektiği gibi duyurulamamasına ve daha da kötüsü 1984–1985 yıllarında girişilecek olan yeni soykırım hareketine zemin hazırlamıştır.

Çıkartılan kararnamelerle Türkleri Slavlaştıramayacağını anlayan BKP Merkez Komitesi Şubat 1984’te bütün ülke çapında asimilasyon kampanyasının hızlandırılıp sonuçlandırılmasına karar vermiş ve Bulgar güvenlik güçlerini daha aktif bir şekilde devreye sokmuştur. Türk isimlerinin Bulgar isimlerle değiştirilmesi, Türkçe konuşmanın yasaklanması, İslam dininin icaplarının yerine getirilmesinin engellenmesi, camilerin çeşitli gerekçelerle yıkılması, 2–16 yaş arası çocukların ailelerinin ellerinden zorla alınarak kreşlerde Slav kültürüyle yetiştirilmesi, Türklerin askere alınmayıp ‘Trudovak’ denilen işçi birliklerinde çalıştırılması, Türk gençlerinin Bulgarlarla evlenmeye teşvik edilmesi gibi tarihten gelme birikimlerinden yararlanan Bulgarlar, yaptıkları soykırımı belgeleyecek hiçbir iz ve delil bırakmama gayreti içine girerek, bu soykırıma diğerlerinden ayrı bir atmosfer kazandırmıştır. Bulgaristan yönetiminin Türklerin yaşadığı yerleri birinci derece askeri yasak bölge ilan etmesi, sınırlarını dünya basınına kapaması ve Varşova Paktı ülkelerine ait basın mensuplarının bile bu bölgelere girmelerine müsaade etmemesi bu çerçevede değerlendirilebilir.

Bulgar güvenlik güçleri işe ilk olarak Güney Bulgaristan’dan başlamıştır. Kırcaali, Mestanlı, Filibe, Yanbolu, Eski Zağra ve İslimiye gibi yerleşim merkezleriyle köylere baskınlarda bulunulmuş ve zorla isim değiştirme yoluna gidilmiştir. Bu baskınlarda direnen yüzlerce soydaşımız öldürülmüş veya Belene, Sofya, Lofça ve Pernik gibi toplama kamplarına gönderilmiştir. 1984 sonu itibariyle 1 milyondan fazla soydaşımızın isimleri değiştirilmiş ve Kuzeydoğu Bulgaristan’daki Türk yerleşim yerlerine hücum edilmiştir. Plevne, Razgrad, Eskicuma, Şumnu, Varna, Silistre ve Osmanpazarı gibi yerlerde de aynı işlem uygulanmış; yine işkence, zulüm ve katliamlar kendini göstermiştir.

Bulgar yönetiminin asimilasyon politikaları devam ederken Türklerin direniş grupları kurdukları gözlenmiştir. 6 Mayıs 1989’da 300 kişiden fazla Türk açlık grevine başlamış ve bu grevler zamanla protesto yürüyüşlerine dönüşmüştür. Şumnu’ya bağlı Mahmuzlar kasabasında 10 bin, Bohçalar köyünde 15 bin, Razgrad’ta 5 bin, Dulova’da 5 bin soydaşımız yürüyüşler düzenlemişlerdir. Bu yürüyüşler esnasında Bulgar güvenlik güçleri kalabalık üzerine ateş açarak 30’dan fazla insanımızın ölümüne ve yüzlercesinin de yaralanmasına sebep olmuştur. Öte yandan, binlerce Türk tutuklanmış ve sürgün edilmiştir.

Todor Jivkov’un 29 Mayıs 1989’da televizyona çıkarak Türkiye’yi sınırları açmaya davet etmesi üzerine, mal varlığına el konulmuş yüz binlerce Türk, kanunlara aykırı olarak sınır dışı edilmiştir. 1989’un sonuna kadar yaklaşık 350.000 soydaşımız Türkiye’ye göç etmiştir. Her ne kadar, bazı kaynaklar Bulgaristan’daki Türk nüfusunu olduğundan daha az gösterme yoluna gitse de Türkler ülke nüfusunun %10’unu oluşturmaktadır ve nüfus artış hızı Bulgarlara oranla daha yüksektir.

1989’dan 2005’e kadar geçen süre zarfında ise Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle Bulgaristan’ın Batı’yla uyum çabalarına girmesi Türklere karşı daha ılımlı politikalar izlemeyi beraberinde getirmiştir. Hatta Türk azınlık ‘Hak ve Özgürlükler Hareketi’ adında bir parti kurup koalisyon ortağı bile olmuşlardır. Uyguladıkları şovenist politikalarla Türk azınlığı yıldıramayan Bulgarlar, deniz çekilse bile tuzunun mutlaka dibinde kalacağını geç de olsa anlamışlardır. Gelecekte ise, Bulgaristan Türklerini geçmişe göre aydınlık, ama gri renkli günler beklemektedir.

YARARLANILAN KAYNAKLAR

• AĞANOĞLU Yıldırım,Osmanlı’dan Cumhuriyete Balkanların Makus Talihi Göç,Kum Saati Yay.,İst.2001

• ALP İlker, Belge ve Fotoğraflarla Bulgar Mezalimi(1878–1989),Trakya Üniversitesi Yayınları:90/1,Ankara1990

• LÜTEM Ömer, Tarihsel Süreç İçinde Bulgaristan Türklerinin Hakları, Balkan Türkleri, ASAM Yayınları, Ankara 2003

• ÖZBİR Kamuran, Bulgar Yönetimi Gerçeği Gizleyemez, Başkent Gazetecilik, İstanbul 1986

• ŞİMŞİR Bilal, Bulgaristan Türkleri(1878–1985),Bilgi Yayınevi, İstanbul 1986

• TURAN Ömer, Geçmişten Günümüze Bulgaristan Türkleri, Balkan Türkleri, ASAM Yayınları, Ankara 2003

Kader ÖZLEM

Uludağ Üniversitesi

Uluslararası İlişkiler Bölümü

Batı Trakya : III. ULUSLAR ARASI BATI TRAKYA TÜRKLERİ ARAŞTIRMALARI KONGRESİ

 III. ULUSLAR ARASI BATI TRAKYA TÜRKLERİ ARAŞTIRMALARI KONGRESİ 

31 OCAK – 1 ŞUBAT 2009 
MÜNİH / ALMANYA

Goralilarin adetleri üzerine ilk tespitler - (Bilimsel bir calisma)

GORALILAR, Kosova ozerk bolgesi icinde varlik surduren bir topluluktur. Yugoslavya devletinin dagilmasindan sonra dikkatleri ceken bir topluluk haline gelmislerdir.

Herhangi bir etnik ve dini kimligin one cikmadigi sosyalist bir rejim
olan Yugoslavya icinde Goralilar kendi farkliliklarini tartismaya acmak imkânini bulamamislardir. Ancak Yugoslavya’nin tum sosyalist blogun cozulmesine paralel bir zaman diliminde ortadan kalkarak etnik kokenlere gore parcalanmasindan sonra onlar da kendi kimliklerinin koken arayisi icerisine girmislerdir.

Sahip olduklari nufus sayisina bakildiginda, Goralilarin onemsiz bir
etnik topluluk oldugu dusunulebilir. Ancak son derece karmasik Balkan
cografyasinda hicbir etnik toplulugu onemsiz gormemiz mumkun degildir.

Yuzyillardir suren Bati dunya egemenliginin dunya uzerinde kurmus oldugu kuresel iliskilerin temeline bakildiginda bu durum cok daha iyi anlasilacaktir. Burada hic durmadan tum cografyayi en ucra Kutup noktalarina kadar gezen ve her seyi kodlayan bir caba icinde olan Batili antropologlari animsatmakla yetinelim.

Kimlik ve aidiyet bir toplumu var eden onu diger topluluklardan ayiran en onemli varolus imkanidir. Hicbir toplum kendi farkliligini ve etnik kimliginin ayrimina varamadan varligini muhafaza edemez.

Bugun icin Goralilar ve ayni dil ve kulturu paylasan Torbes ve Pomaklar olmak uzere uc ayri topluluk halinde olan bu etnik yapinin nufusunun da azimsanmayacak miktarda oldugu asikardir.

Gora koylerinin cogunlugu Kosova’da olmakla birlikte Arnavutluk ve
Makedonya’ya dagilmis bir halde yasayan Goralilar da bulunmaktadir.

Ancak nufuslarinin bu kadar az bir yekun tutmasina ragmen buyuk, kucuk tum guclerin bu toplulukla iliskileri ve onlarin etnik kimlikleri uzerindeki calismalari son derece dikkate degerdir.

Burada Avrupa genelinde ve Balkanlarda yer alan bazi ulkelerin ve bilim cevrelerinin Gora ve Goralilara duyduklari ozel ilgi dikkat
cekici ve bizim acimizdan da tesvik edicidir.

Toplumlar cok kolay degismezler. Toplum ve topluluklarin dis gorunuslerinde bir takim degismeler yasanmis olsa da onlarin gozeneklerine inildiginde, toplumsal genetigine bakildiginda bir cok seyin cok eski zamanlardan beri yasamaya devam ettigine tanik oluruz. Buna toplumsal hafiza diyebiliriz.

Gora’da yurutmus oldugumuz kisa calismalar neticesinde sozlu tarih
calismalarinda bulunarak bir turlu icinden cikilamayan ve kimsenin dogrudan hukum veremedigi bu etnik topluluk uzerindeki sis perdesini bir nebze olsun aralamaya calistik. Ancak konunun butun boyutlari ile ortaya konuldugunu da ifade etmiyoruz.

Bu yuzden calismamizi ilk tespitler basligi altinda ele almayi uygun
gorduk.

Yapilan calismalar temelde iki kisma ayrilmaktadir. Bir yanda maddi
kultur unsurlari olan ve bugun bile arazide ulasma imkani olan mezar,
tarihi eser ve kalintilarin incelenmesini iceren bir boyut tasirken ote yandan insan unsurunu eksen alan orf adet ve geleneklere iliskin yapilan calismalar da diger boyutu olusturmustur.

Yurutmus oldugumuz calisma ile Gora’da yasayan orf adet ve gelenekleri
yaptigimiz derinlemesine mulakatlar sonucunda koken akrabaliklarinin
oldugunu belirttikleri Orta Asya bozkir cografyasinin topluluklariyla gelenek, gorenek ve toresi ile ne tur benzerlikler tasidiklarini tespit etmek ve bu bilgiler isiginda Gora ve Goralilarla ilgili gecerli bilgilere ulasmaya caba gosterdik.


Toplumsal ve Kolektif Hafiza Olarak Orf ve Adet Taramasi

Calismamiz Kasim 2006 tarihinde Kosova Prizren Dragas Beldesine Bagli
Gora koylerine yaptigimiz ziyaret ile baslatildi. Calisma esnasina
ziyaret etmis oldugumuz bir cok koyde tum topluluk kesimleri ile gorusme imkani bulduk. Bu anlamda kadin, erkek, yasli genc dengesini gozeterek onlara basta kendilerini nasil tanimladiklarindan baslayarak, kulturel degerlerinden orf adetlerine varan bir cizgide bir cok sorular yonettik. Ancak konu ile daha derinlemesine bilgi
sahibi olmak icin Gora’li aydinlarin da goruslerine muracaat ettik.

Bu anlamda ilk etepta Abdullah Rahte, Abdullah Tatlici, Yahya Maznikar, Musa Djinjo (Dinc), İsa Mutas, Emrullah Redzeplari, Ramadan Redzeplari, Bayram Hoca, Enes Ensar, Esat Bekirovski gibi Gora’nin onde gelen aydinlarinin goruslerini de alarak, Gora orf ve adetleri konusunda tespitlerde bulunulmustur.

Bu ilk izlenimler bizde ozellikle Turkiye’de ve Orta Asya’da Kazak ve Kirgiz adetleriyle Gora’lilarinkiler arasinda onemli benzerlik ve paralellikler oldugunu saptama imkanini vermistir.

Orf adet taramasi icin yaptigimiz mulakatlar sonucunda adet ve gelenekler bakimindan ozellikle Turkiye Turkleri ve Orta Asya’da Kazak ve Kirgiz topluluklarinin adetleriyle onemli benzerlik ve paralellikler tespit edilmistir.Goralilarin adetleri bes ana baslik altinda ele alinacaktir.

Yemek ve Sofra Kulturu

Gora’da bir tarim kulturu gecmisinin olmadigi, koken itibariyle
hayvanciligin daha baskin oldugu bir yasama tarzina sahip olduklari gorulmustur. Baskin yasama tarzlari dikkate alindiginda, Orta Asya Bozkir cografyasindan Balkanlara gocmus, gecmisinde gocerlik olan bir topluluk olduklari, mutfak kulturlerinde de kendini gosterir.

Benzeri durum bugun Orta Asya’nin gocebe halklari olan Kazak ve Kirgizlarda da soz konusu olup yemek kulturleri buyuk olcude hayvani
gida agirlikli beslenmeye dayanir. Goralilarin yemek kulturunde yemekleri hayvani gidalar daha agir basar. Ozellikle et, sut, peynir, tereyagi temelli beslenme, Turkiye’de eksimik olarak bilinen ozel yaptiklari peynir Goralilarin en bilinen yemekleridir.

Goralilarda baba evin buyugu olarak sofraya oturmadan ya da yemege baslamadan evin diger uyeleri sofraya oturmaz ve yemege baslamaz.. Benzer davranis biciminin Kazak, Kirgiz ve Anadolu Turklerinde gormemiz mumkundur

Dogumla Ilgili Adetler

Goralilar, bebek dogdugunda eger aksam dogduysa, dogumunun ilani sabah
vaktine birakilir. Bebek dogdugunda onu tuzlu suyla yikarlar. Ayni adet Anadolu Turklerinde yaygin bir sekilde uygulanmaktadir. Bebegin dogumu munasebetiyle, eger ailenin hali vakti yerindeyse, kucuk bas hayvan kesilebilir. Bu adetin benzerine Kazaklarda da yaygin bir sekilde rastlanir.Bebek dogdugu gun o ailede dugun baslar, serefine buyuk bas hayvan kesilir. Aksamustu eve koyun genc kizlari ve delikanlilar toplanip bebek bekciligi yaparlar.

Goralilarda erkek cocuk daha fazla tercih sebebidir. Bu egilim, Anadolu ve Orta Asya Turk topluluklarinda da gorulur. Neslin devami ve Ocagin tutturulmesi dusuncesi on plandadir. Ancak, erkek cocugun daha cok tercih edilmesi, sadece Anadolu ve Orta Asya’ya has bir olgu degildir. Dunyanin baska yerlerinde de yaygin oldugunu ifade edebiliriz.

Goralilar bebegin dogumunun 40.gununde yemek daveti verir, mevlit okuturlar. Ayrica, hediyeler ve bahsisler dagitirlar. Kazaklar ise, ise erkek cocugun 37–39. gununde kiz cocugun ise 42–44. gununde kirkini yapar ve yemek daveti verir, bunun icin bir kucukbas hayvan keserler.

Goralilar, bebege kirkindan sonra nazar degmesin diye boncuk ya da altin nazarlik takarken, ayni sekilde Anadolu’da bebege ve cocuklara nazarlik takma son derece yaygin bir gelenektir.

Goralilarda evin en yasli kadini bebegi besige yatirir. Kazaklarda
ise, bebek kirkindan ciktiktan sonra onun dedesi ile ninesi veya ana babasi tum komsu ve koyleri toplar ve besige yatirma toreni yaparlar. Besik uzerine yedi turlu temiz ve degerli esya konulur. Bebegi besige yasli ve tecrubeli kadinlar yatirir.

Goralilarda lohusa kadinlar bir kemerle bellerini baglarlar. Lohusalik 42 gun surer, lohusa kadinin hastalanmasin diye uzerine duserler. Benzeri adete Turkiye ve Orta Asya Turklerinde rastlamak mumkundur. Bu anlamda Anadolu’da “lohusanin kirk gun mezari aciktir” ifadesi Anadolu Turklugunde konunun benzerligini vurgulamaktadir.

Cocugun ilk konusmasi da onemli bir sevinc kaynagidir. Goralilar cocuk ilk defa konusmaya basladiginda hediyeler verirler. Kazaklarda ise, bu durum onemli bir sevinc kaynagi olup daha genis cerceveli rituellerle kutlanir. Cocuk konusmaya yeni basladigi zaman cabuk konussun arzusuyla konusma toreni yapilir. Koyunlar kesilir, cocuga koyun dili yedirilir. Sonra cocuk kurutulmus koyun bagirsagiyla baglanir ve ondan konusacagina dair yemin istenir ve o da uc defa konusacagim diye soz verir. Burada onemli bir ayrintiya dikkati cekmek
gerekirse, Kazaklar cocuga koyun dilini cocuk akici konussun diye yedirirken, Goralilar koyun dilini kekeme olan cocuklara akici konussun diye emdirirler.

Goralilarda iki ablasi olen erkek cocugun kulagina olmesin diye kupe takilir. Cok eskiden bebegin agzina ihtiyar kadinlar tukuruk surerlerdi.

Goralilarda bebegin kesilen sac ve tirnaklari saklanir. Ayrica her kim olursa olsun butun kesilen tirnaklar topraga gomulur. Benzeri sekilde Kazaklarda bebegin saci ve tirnagi kisaltildiktan sonra sac beze sarilir ve muskaya konularak sag omzuna takilir. Tirnagi ise topraga gomulur. Genelde cocugun sacinin topraga atilmadigi, kimsenin gecmedigi issiz yerlere gomuldugu gorulur.

Goralilar bebegin sacini tras ederler, ancak basinda bir percem birakirlar. Bebek kiz ise, percemine boncuk takilir. Kazaklar, erkek cocuk oldugunda, eskiden nazar degmesin diye onun saclarini kesip kafasinin tam ortasinda bir tutam sac birakiyorlardi. Bu sac zamanla uzadiginda cesitli boncuklarla ve degerli taslarla suslenerek oruluyordu. Bu percem gibi sac kuyruguna aydar denilmekteydi.

Basta percem birakma, sadece Gorali ve Kazaklara ozgu bir olay degildir. Orta Asya’da yaygin olan bu âdetin bir uzantisi olarak
Orta Anadolu’da bazi Yoruk topluluklarinda erkekler, baslarinda sadece percem ile dolasirlar.

Gobege iki dugum atilir. Goralilarda cocuga isim vermede evin en
buyugu olan dede onceliklidir. Anadolu’da da ayni sekilde cocuga ismi evin buyugu verir. Kazaklar da ise, gocebe hayatinin geregi olarak daha ic ice toplu yasama tarzi nedeniyle, cocuga isim vermede oncelik o beldenin buyugune ya da komsu ilcenin buyugune aittir.

Sunnet adeti, İslamlasma sureciyle birlikte, Turklerin ve diger bir
cok Musluman toplulugun kulturune giren bir unsurdur. Goralilarda sunnet yasi 5-7 yas arasidir. En gec 7 yasinda cocugun sunnet ettirildigi gorulmektedir. Okula gitmeden sunnet ettirmek tercih edilir. Genelde sunnet Haziran Eylul arasi yapilir. Erkek cocugun sunnet derisi saklanir.

Kazaklarda sunnet icin en uygun yas olarak 5, 7 veya 9 yaslari belirlenmistir. Kazaklar cocuklarini genellikle yaz sonlari veya sonbahar baslarinda sunnet etmektedirler.

Her bir Gorali yedi gobek atasinin adlarini bilmek durumundadir. Ayni sekilde Kazaklarda ve diger Orta Asyali topluluklarda ayni durum gecerlidir.

Cocuk 7-9 yaslarina geldiginde ona baba tarafindan baslayip tum akrabalari, anne tarafindan akrabalari, dedeleri, tum seceresi ogretilir. Cocuga yedi ceddini ogretmek her babanin baslica gorevidir. Dikkat cekici olani Gorali ailelerin yedi kusak oncesine kadar atalarinin isimlerini bilmekle beraber, Arslan, Demir, Turan
gibi Turkce isimlerin varligina rastlanmasidir. Bu isimlerin varligi
İslam oncesi donemden bakiye kaldiklari dusuncesini cagristirmaktadir.

Evlilik ve Dugun Adetleri

Goralilarda aile birligi erkek egemen bir yapiya sahiptir. Buyuk genis aile yaygindir. Bu yonuyle basta Kazak aile yapisi olmak uzere Orta Asya Turklerinin aile yapilariyla ortusmektedir. Anadolu’da da geleneksel aile yapisinda babaya saygi ve baba otoritesi son derece gucludur. Bu durumu, yapilan bircok arastirmada oldugu gibi, Nermin Erdentug’un Hal Koyu arastirmasinda da gormek mumkundur.

Kazaklarda ise ataerkil ozellikleri agir basan bir aile yapisi soz
konusudur. Ailenin yuku kadinlarin sirtindadir; aile icinde babanin
yani erkegin sozu gecerlidir. Baba yoksa erkek kardeslerin buyugu onun yerini alir, erkek cocuklar kucukse veya yoksa urug’dan baska erkekler aileyi himaye ederler ve aile uzerinde soz sahibi konumuna gecerler. Kazaklarda kadinin sozunu dinlemek iyi karsilanmayip dunyadaki en agir gunahlardan biri olarak gorulur.

Benzer ataerkil ozellikler Kirgiz, Altay, Ozbek, Turkmen topluluklarinda da mevcuttur. Ancak, bu topluluklardaki ataerkilligi Mehmet Eroz ve bazi sosyal bilimcilerimiz, Eski Roma ve Yunan aile yapilarina gore, kendine ozgu zayif bir ataerkillik olarak yorumlamaktadir.

Goralilarda kiz kacirma seklindeki evliliklerin eskiden daha yaygin
oldugu belirtilmistir. Kiz kacirma Altay ve Yakut Turklerinde son zamanlara kadar evliligin mesruiyeti icin gerekli bir ritueldi. Orta Asya ve Anadolu’daki Turk topluluklarinda rastlanan kiz kacirma olayi, evlilik kastiyla gerceklestiginde hosgoruyle karsilanan bir adettir. Erdentug kiz kacirma seklinde evlenmenin Turkiye’de yaygin bir evlenme sekli oldugunu ifade etmektedir. Keza Kazaklarda da, yasaklanmasina ragmen, gunumuzde cok sik vuku bulan bir evlilik seklidir.

Gora dugunleriyle Orta Asya ve Anadolu’daki dugun rituelleri arasinda bazi ayrintilar disinda pek bir farklilik yoktur. Gora’da dugunlerde cift davul calinir, zenginlik arttikca davul ve zurna sayisi 4’e cikar. Cift davul calma gelenegine Anadolu’nun bazi yorelerinde de rastlanir.

Gora dugunleriyle Anadolu ve Orta Asya dugunleri arasindaki bazi benzerliklere ornek vermek gerekirse, damadin zifaf odasina girerken yumruklanma ya da dovulme adeti ki buna Anadolu’nun bir cok yerinde rastlanir. Gelinin basina saci sacma adeti (saci pirinc, seker ve bugday olabilir.) bu gelenek Anadolu ve Orta Asya Turk topluluklarinda yaygin olan bir adettir.

Kirgizlarda saciya “cacila” denilmektedir. Erdentug’un da belirttigi uzere saci (findik, para, bugdag, uzum, gibi ) adeti Anadolu dugunlerinde gorulur. Osman Yorulmaz’in tespitlerine gore saci geleneginin Kazaklarda bir farkli uygulamasi daha vardir ki, damat kayin enesini ziyarete gittiginde cadira girerken kayin enesi uzerine kayisi, ceviz vs. kuruyemis sacar ki, bu âdete “sasu” (sacma)denilmektedir.

Evlenen kiz ata binip atla kocasinin evine yakin akrabalarinin takibinde gider.

Gelin ve damat taraflari cesitli vesilerle birbirleriyle hediyelesirler. Yakin akrabalarda bu hediyelesmeden faydalanir. Ancak, hediye vermede agirlik damat tarafindadir. Bu hediyelesme âdeti sadece Goralilarda degil, Anadolu ve Orta Asya Turk topluluklarinda mevcuttur.

Bir diger onemli benzerlik ise, Goralilarda baslik (kalin) parasinin
varligidir.

Eskiden daha yaygin olan bu adet bugun giderek ortadan kalkmaya yuz
tutmustur. Baslik ya da kalin butun Turk topluluklarinda yaygin bir uygulamaydi. Evlenmede son derece onemli bir gelenektir. Baslik parasinin en yaygin oldugu cografya Orta Asya’dir. Bu gelenek bircok topluluga Bozkir halklarindan gecmistir.

Kazaklarda evlilik kaliñmal (baslik) uzerine kuruludur. Evlenecek
erkekler zengin olsun fakir olsun mutlak surette az veya cok kaliñmal vermek zorundadirlar. Bu anlamda kaliñmal evliligin mesruiyet kaynagi
gibidir. Kaliñmal miktari hakkinda anlasma saglanmadan taraflar arasinda evlilik baglaminda bir iliskiden soz edilemez.

N.Erdentug’un da belirttigi gibi, baslik parasi Anadolu’nun buyuk bir bolumunde yaygin bir adet olarak hukmunu surdurmusken, Anadolu’daki Yoruk/Turkmen topluluklarinda da eski ve koklu bir gelenek olarak varligi gozlemlenmistir.

Ayrica baslik parasindan kacinmak isteyen fakir aileler karsilikli
dunurlesme yoluna gidebiliyorlardi. Gora’da rastlanan bu adete ayni zamanda Kazaklarda da rastlanilmakta .N. Erdentug’un tespitleriyle Turkiye’de de bazi aileler tarafindan karsilikli mubadele seklinde uygulandigi gorulmektedir.

Goralilarda gecmiste leviratus tarzi evliligin uygulandigi belirtilmistir. Bu tarz evlilikte olen erkek kardesin esiyle buyuk agabey ya da kucuk erkek kardes evlenebilmektedir. Ayni sekilde bu evlilik sekli hem Anadolu’da hem de Orta Asya’da rastlanan bir evlilik turudur.

Kazaklarda genc ve guzel kadinlarin kocalari oldugunde, kadin, dul kalsa da anne babasinin evine donmuyor, olen adamin kucuk veya buyuk kardesi veya yakin erkek akrabasina es oluyordu.

Goralilarda evliligin yedi gobek oteden akrabalik mesafesi olan aileler arasinda gerceklestirilmesi bir tore geregi iken, bugun bazi Goralilarin ifadesiyle kiz bulma sikintisi nedeniyle, bu kuralin 3 gobege kadar dustugu belirtilmistir. Bu evlilik bicimi (distan evlilik-egzogami), Oguz Turklerinin disinda Kazaklar, Kirgizlar, Baskurtlar, Altaylilar, Yakutlar, Uygurlar ve diger Turk topluluklarinda caridir. Oguz Turklerinde ise, yani Ozbekler ve Turkmenlerde (icten evlilik endogami)yakin akrabalar arasinda evlilik caiz gorulur. Bu nedenle Anadolu’da akraba evliligi hosgoruyle karsilanan bir olgudur. Ancak, Turkiye, Ozbekistan ve Turkmenistan disindaki Turk topluluklarinda hosgoruyle bakilmaz.

Ornegin Kazaklar yedi kusak gecmeden akraba arasindaki evlilikleri
helal gormezler. Tezcan’in kaydettiklerine gore, Turkiye’de akraba
evlilikleri daha ziyade Dogu ve Guney Dogu Anadolu’da yayginken, bazi yorelerde yedi gobek oteden evlenme gelenegine de tesaduf edilir.

İ. Yasa bir gocmen koyu olan Ankara Taspinar koyu’nde benzeri bir gelenegin varligina dikkat cekmistir.

Turkmenistan ve Ozbekistan’da ise, yakin akraba evliligi Anadolu’daki kadar yaygin bir olgu degildir. Turkmenler, yakin akrabalari ile kiz alip verdiklerinde erkek tarafi kiza baba tarafindan ve kiz tarafi erkek tarafina anne tarafindan akraba oldugu takdirde nikâh yerinde gorulurken, kiz kardesin oglu dayi kiziyla evlenilmesine caiz gozuyle bakilmamaktadir. Bu nedenle, yakin akraba evliliginde asilmamasi gereken belirli sinirlari vardir.

Turkmenlerde “dayi” yedi atanin yerinintutar anlayisi hakimdir. Mehmet Eroz’un gorusune gore, Anadolu’ya yerlesen Turk topluluklari
kendilerini yabanci unsurlardan koruyabilmek icin icten evlilige/akraba evliligine icten evlilige yonelmislerdir. Keza ayni gelenek Nermin Erdentug’un Elazig’a bagli Hal Koyu’nde gerceklestirdigi arastirmada oncelikli ve yaygin bir sekilde tespit
edilirken, Antalya Yoruklerinde de yaygin olmasa da surdurulmektedir.
Erdentug ayrica leviratus turu evlenmeye Anadolu’nun bircok yerinde
rastlanildigini belirtmektedir.

Her ne kadar M. Eroz icten evlenmeyi ya da akraba evliligini yabanci unsurlarla karismamak endisesine baglamissa da İslamlasma sonrasi Arap unsurlarla daha yogun iliskiye giren Turk topluluklarinin bu
gelenegi onlardan aldiklari da belirtilebilir. İlginc olani, Balkanlardaki Turkler Anadolu kokenli olmakla birlikte, akraba evliliginin tasvip edilmemesidir.

Olumle Ilgili Adetler

Goralilarda bir olum vuku buldugunda, olu evinde ocak yanmaz. Yemegi
komsular getirir.Yedinci gunde helva dagitilir. Ayrica olu evinin kapisinin onune sandalye konulur ve uzerine havlu atilir. Olunun yedisine kadar okunur. 40, 52. sene-i devriyesinde yemek verilir. Olunun ardindan Yasin ve Mevlut okutma adeti Gora’da halen devam
etmektedir. 40. gecede camide yapilan duanin ardindan seker dagitma
adeti ile Anadolu’daki uygulama cok benzerdir. Bu bakimdan olumle ilgili adetlerde de Anadolu ve Orta Asya Turk topluluklariyla onemli benzerliklerin varligina sahit olunmaktadir. Ayni sekilde Elazig’a bagli Hal koyunde olu cikan evde 1 hafta yemek pismez, akraba ve komsular gonderir. Kazaklarda ise olunun cani icin yedi gun corek dagitilir, Helva dokulur, ve olu cikan eve ertesi gun ekmek ve
yemek gonderilir. Ayrica, olumden uc, yedi, kirk, yuz gun ve bir yil
sonra ozel yemek verilir.

Goralilarda olu kadinsa kadin erkekse erkek cenazeyi bekler. Ayni âdete Erdentug’un Hal Koyu arastirmasinda da rastlamaktayiz. Olunun uzerine bicak ya da makas konur. Bu adet, Anadolu’da ve bazi Orta
Asya topluluklarinda da gorulur. Goralilarda gorulen diger olumle
ilgili adetler olarak olunun uzerinden hayvanin gecmesi engellenmesi ve olumunden bir yil sonra olunun elbise ve esyasinin dagitilmasidir.

Ayrica, turbeye ve agaca elbisesinde bir iplik baglama adeti var. Kimisi ceketini, hastaligini agaca birakip kendini iyilestirmesi icin agaca asar. Yaz ortasinda Agustosta turbeler ziyaret edilir. Arife ve bayramlarda mezar ziyareti vardir. Mezar ziyaretlerine sadece erkekler gider. Bu adetlerinde Anadolu ve Orta Asya Turk topluluklarinda ayni ve benzerlerine rastlanilir.

Gora’da dikkat cekici etnolojik arastirma bakimindan onem tasiyan diger bir gelenek ise, mezar taslarina ailevi ya da sulale tamgalarinin islenmesidir. Ayni âdetin benzerini Kazaklarda bulabilmekteyiz. Olen kisinin akrabalari, onun mezarlarini yapar ve belgi koyarlar. Belginin uzerine olen kisinin ismi, yasi, kabilesi ve tayfasi, yazilir, varsa kabile belgisi konulur.

Diger Adetler

Goralilardaki tespit edebildigimiz diger adetler asagidaki sekilde sayilabiliriz. Bu adetlerin aynisina ya da benzerine Orta Asya ve Anadolu Turk topluluklarinda rastlamak mumkundur.

Goralilarda misafir bos gonderilmez, azik ya da elbise verilir. Kazaklarda ise, gelenek geregi misafir, ev sahibinin ati, silahi ve kopeginden baska her seyini isteyebilir. Ev sahibi ise misafirin istedigini verip onu ugurlar.

Misafir geldiginde gelin sofraya oturmaz. Evin erkegi ve yasli annesi oturur. Misafir esige basarsa hakaret sayilir.

Anadolu’nun basta Erzurum olmak uzere belli yorelerinde ve Orta Asya topluluklarinda gorulen cirit oyununa Goralilarda da rastlanir.

Goralilar'da geceleri borc para alinip verilmez. Para alisverisi sabah yapilir. Geceleri tirnak kesilmez. Cati altinda ve esikte oturulmaz. Cinler ve perilerin kuytu yerlerde barindigina inanilir.

Gora’da Sultan Nevruz Mart Ayinda kutlanir. Nevruz Bayrami Bozkir
halklarina ozgudur. Her ne kadar bazi sosyal bilimciler Nevruzu Kuzey Avrupa yarim kuresinin geneline ait bir bayram olarak gorseler de, bu
kutlamanin sosyolojik acidan aciklamasi yasama tarzi ile mevsumsel dongusellik arasinda iliski kurularak yapilabilir. Bozkir cografyasinda bayram ve senlikler, belli bir mevsimsel donguye atfen kutlanirlar. Bu mevsimsel dongunun o toplulugun yasama tarzi icin bir anlam ifade etmesi gerekir.

Mart Ayinin sonlari baharin uyandigi hayvanlarin otlaklara cikmaya baslayacagi bir mevsimsel donguyu ifade eder. Bu munasebetle, bozkir cografyasinda yasayan gocebe topluluklar icin toplumsal bir anlami olan Nevruz’un kutlama geleneginin Turk ve Mogol topluluklarindan diger topluluklara gecmesi kuvvetle muhtemeldir.

Keza, Curcevden (hidrellez) Gora’da cok ihtisamli kutlanir. Cunku
Mayis basi daha yuksek yerlere yaylaklardan yaylalara surulerle hareket etme zamanidir. Bu mevsimsel dongu de torenle kutlanir. Ayni sekilde bu senligin kaynagi gocer yasama tarzidir.

Goralilar, su verirken bir elini gogsune koyarlar. Abdest aldiktan
sonra lavabodan ciktiktan sonra elde peskirle beklenir. Bu adetlere
Anadolu ve Orta Asya topluluklarinda da rastlamaktayiz.

Kadin carsiya gitmez, yillik erzak carsidan alinir, Kadin erkegi gorunce sirtini doner ve yuzunu kapatir. Bu adette İslamlasma sonrasi medrese etkisi cok acik bir sekilde belirgindir.

Goralilar acik bir sekilde gorulen medrese etkisi nedeniyle, yuzyillar oncesine dayanan İslam oncesi bircok adet ve gelenegi,
bid’at oldugu gerekcesiyle terk etmis olabilirler.

Goralilar Ay tutuldugunda Kur’an okurlar. Ay tutulmasi esnasinda,
silâh atmak, teneke calmak, gurultu cikarmak ve İslâmiyet ile birlikte ise dualar etmek, Turk dunyasinin bir cok yerinde bilinegelmektedir.

Goralilar ile Kazak halkinin ortak bazi inanislarina asagidaki ornekler, Gora Halki ile Orta Asya halklari arasindaki kulturel akrabaligin onemli delillerini teskil eder. Bu inanislarin, bircoguna diger Turk topluluklarinda da rastlanir.

.. Sofraya ve yemege basilmasi iyi sayilmaz.
.. Kapi esigine oturulmaz ve basilmaz.
.. Aksam saatlerinde ve geceleri ev supurulmez ve tirnak kesilmez.
.. Buyukler konusurken sozleri bitene kadar dinlenir.
.. Yildizlari parmakla sayilmaz sayilirsa elde sigil cikacagi inanci
vardir.
.. Gokyuzunde hicbir sey parmakla gosterilmez.
.. Bicak hediye verilmez, bicakla cocuklarin oynamasina iyi gozle
bakilmaz.
.. Ekmek yere atilmaz, ekmege basilmaz.
.. Geceleri islik calmaya iyi gozle bakilmaz.
.. Boynuna herhangi bir seyi asmaya iyi gozle bakilmaz.
.. Yerli yersiz gulmek iyi karsilanmaz.
.. Geceleri aynaya bakmak iyi gorulmez.
.. Aksam hava karardiginda kesinlikle para alisverisi olmaz. Para
verilmez.
.. Ekmegi tek elle bolmek iyi karsilanmaz.
.. Yenilen yemek kotulenmez.
.. Kus ve karinca yuvalarini bozmak iyi karsilanmaz.
.. Yasca kucuk olanlar buyukler sordugunda konusurlar.
.. Yemegi once erkekler, sonra kadinlar, sonra cocuklar yer.
.. Baskasinin yatagina oturmak iyi karsilanmaz.
.. Sol el ile yemek yeme iyi karsilanmaz.
.. Pantolon ve coraplar yatagin basina konulmaz. Goralilarda yatilan
odada dahi corap tutulmaz.

Genel Degerlendirme

Yukarida belirtilen, yemek ve sofra kulturu, dogum, dugun, olum ve diger adetlerle halk inanislari bakimindan Goralilarla hem Anadolu hem de Orta Asya Turk topluluklariyla karsilastirildiginda buyuk benzerlikler ve ayniliklar hemen goze carpar. Burada belki de en temel farklilik, Anadolu’da endogamik/icten evlige hosgoru ile bakilirken, Orta Asya ve Balkanlarda egzogamik/distan evliligin
tercih edilmesidir.

Atarekil evlilik geleneginde, distan evlilik, kiz kacirma, baslik/kalin ve levirat turu evlilik yer alir.

Turkone, İnan’dan aktardigina gore, Turklerde distan evlilik iki boyun birbirinden kiz alip vermesi seklinde gerceklesir. Hicbir kabile kendi dahilinden evlenmez. Bugun de bu gelenegin kalintilarinin devam ettigi gozlemlenmektedir51.

Ogel’e gore, Levirat turu evlilikte ise, kendisi icin baslik/kalin
odenen gelinin, erkek ailesinin mali haline gelmesi soz konusudur. Olen kardesin karisina odenen kalin da butun ailenin miras payi oldugundan dul kalan yenge, bekar erkek kardesle evlendirilmektedir.

Turkone’nin kaydettigi ve Ziya Gokalp’in de Secere-i Turkî’den aktardigiyla, Uygurlarin ciftci, coban ve avci olarak uc gruba ayrildigi, suru sahiplerinin kalinbaslik karsiligi avci toplulugun kizlarini alip kendi obalarina goturduklerini ifade etmekte, bu olguyu basligin kaynagi olarak gostermektedir.

Robert Briffault, anayerli evlilikleri bir hizmet evliligi olarak ortaya ciktigini, ancak, bu hizmetin karsiligi olarak baslik parasinin devreye girdigini, anayerli evliliklerde koca esini evinde ziyaret ederken, basligin kocanin karisini evinden ayirarak kendi evine goturmesinin bir bedeli olarak ortaya ciktigini one surmektedir.

Hint-Avrupa topluluklarinda, baslik parasi yerine drahoma vardir, drahoma, kiz tarafinin erkek tarafina odenen evlilik bedelinin adidir. Dolayisiyla, Avrupa kitasina ozellikle Balkanlara baslik/kalin parasi Bozkir cografyasindan yani Orta Asya’dan gocen halklar tarafindan getirilmistir. Bu adet, bazi Hint Avrupa kokenli halklarda goruluyorsa, bunun nedeni, zaman icerisinde bozkirli gocebe
halklarla girdikleri etkilesim olmalidir. Cunku baslik/kalin gelenegi, genelde ne bir Hint-Avrupa ozelde ise ne de bir Slav gelenegidir.

Slavlar koken itibariyle tarimla ugrasan topluluklardir. M.S. 5. yuzyildan 13. Yuzyila kadar Orta Asya cografyasindan Balkanlara yiginlar halinde gocler gerceklesmis, Bozkir kokenli buyuk bir nufus birikimi soz konusu olmustur. Ozellikle, gocebe kokenli Avar ve Bul-ogur (Bulgar) Turkleri, verimli bir tarim cografyasi ozelligine sahip Balkanlarda Slavlarin tarim tecrubesinden istifade edebilmek icin, onlari tarim alanlarinda istihdam etmisler ancak zamanla onlarla karisarak Slav dillini benimseyip Hiristiyanlasmislar, sonucta asimile
olmuslardir.

Bugun 8 yuzyili icine alan bir zaman surecinde Orta Asya’dan Balkanlara gocen hicbir Turk dilli topluluk kalmamistir. Bunun istisnasi Macarlardir. Macar Kimliginin ve dilinin korunmasinda Osmanli yonetim ve desteginin buyuk onemine unlu Macar tarihci S. Takats dikkati cekmektedir56.

Hayvancilikla ugrasan topluluklarin kokeni Bozkir cografyasi yani Orta Asya’dir.

Etnik yapilarla yasama tarzi arasinda goz ardi edilemeyecek bir
iliski soz konusudur. Ornegin Guney Balkanlarda Slav topluluklarinda
ortaya cikan Zadruga tipi aile, bu topluluklarin tarim temelli yasama
tarzlarindan kaynaklanir.

Zamanla Slav dilli hale gelen bir cok Balkan toplulugu, Slav unsurlarla etkilesim sonucu bu hale gelmisler, cevrede yer alan etnik unsurlarla yuzyillar boyu suren yogun etkilesim, kendi dillerini devam ettirmelerini saglayacak ortami ortadan kaldirmis olmalidir.

Gora dili uzerine ciddi hicbir arastirma yapilmamistir. İlk bakista,
Gorance, bir Slav dili olmaktan ziyade, gerek kelimeler gerekse dil yapisi acisindan Slav dilleriyle Turkcenin bir karisimi olan karma bir dil ozelligi gostermektedir.

Goralilarin bulundugu cografya dikkate alindiginda, yasama tarzi ve
kulturel degerler itibariyle Slav unsurlarla baglari bulunmamaktadir. Ancak yasadiklari cografyada Slav topluluklarla Slav dilli bir cevrede yogun etkilesimde bulunmalari, dillerinin karma bir dile donustugu intibaini vermektedir.

Goralilar, ayni zamanda Torbes ve Pomak adlariyla anilan Balkanlarin diger topluluklariyla ortak dil ve kulture sahiptirler, Sirp bilim cevrelerinin Gorali kavramini kabul etmedikleri onlara Pomak adini verdikleri soylenmektedir.

Ancak, ayni etnik toplulugun uc ayri adi olamaz, dolayisiyla Gorali, Torbes ve Pomak adlari, onlara cevrelerinde yer alan muhtemelen Slav topluluklar tarafindan verildigi ve gercek etnik adlari olan Orta Asya’dan bu cografyaya tasidiklari boy adlarinin unutuldugu kanaatindeyiz.

Buna ragmen, mezar taslarindaki belgi ve tamgalar, birer maddi delil olarak kokenlerinin hangi Turk boylarina ait oldugunu bizlere soylemektedir.

Goralilar uzerlerinde yurutulen tum farkli etnik kategorilendirme
cabalarina ragmen buyuk bir cogunlukla kendilerini Turk olarak tanimlamaktadirlar. Bu son derece onemli bir aidiyet iliskisidir.

Nitekim bugun icin Turkce’yi ana dil olarak uzun yuzyillardan beri konusmamis ve Slavik dillerin tesiri ile cok uzun yuzyillar once dillerini kaybetmis olmalarina ragmen cogunluk itibariyle kendilerini Turk kimligine ait hissettikleri tarafimizdan tespit edilmistir.

Gora, daha once yapilan calismalara gore Balkanlarda cok uzun bir zaman diliminden beri var olan bir bolgedir. Bu bolgede yasayan insanlarin bizce en onemli ozelligi kendilerini cevrelerinde yer alan diger etnik topluluklarin hicbirine dahil etmemeleridir.
Kendi etnik aidiyetlerini ortaya koyarken sahip olduklari dini inanc
da kimliklerini belirlemede tek basina yeterli olmamaktadir. Nitekim bu bolgede yasayan Bosnak ve Arnavutlarla ayni dine (İslam’a) mensup olsalar da onlarla bir etnik aidiyet bagi kurmamaktadirlar.

Gora bolgesi uzerinde yurutmus oldugumuz saha calismasi ve konunun teorik zeminde tartisilmasindan sonra ulasmis oldugumuz ilk bulgulari bu sekilde degerlendirip bu deneyimden edindigimiz bilgilerin ileriki calismalarimiz icin onemli bir kalkis noktasi saglayacagi kanaatindeyiz..


Prof. Dr. H. Musa TASDELEN*
Yrd. Doc. Dr. M. Kemal SAN*
Yrd. Doc. Dr. İsmail HİRA*

T.C. Sakarya Universitesi - Sosyoloji Bolumu

http://groups.yahoo.com/group/rumelililer/message/5066